29 Aralık 2007

18 Aralık 2007

yabancılaşmanın garip hazzı üzerine-2


2 rakamının kendinden menkul bir kıymeti olmaması çok acayip. "2", özellikle 20.yüzyıl popüler kültürünün etkisiyle, mutlaka bir şeyin devamı olmak zorunda. örneğin 7'nin kendi başına bir varlığı var, ama 2 her zaman 1'iyle mümkün.

kendimi çok garip hissettim son zırvaya gelen yorumları okuyunca. false consciousness teşhisiydi herhalde yorumlar, hazzın olmadığına ilişkin olanlar. elbette yabancılaşmanın hazzı falan olmazdı, olamazdı, yanılsamaydı tüm bunlar. o kadar yanıldığımı fark ettim ki, kendimi marx'ın alienation'ına küfür etmiş gibi hissettim. utandım.

oysa gerçekten bir haz aldığımı sanmıştım. işin garibi, tüm bunların yanılsama olduğunu "bilsem" de, hala haz alıyorum. eylül'ün kaçınılmaz yabancılaşması değil bu, tv'lere, topluma yabancılaşmak, aykırı olmak, eleştirel olmak değil. efrasiyab'ınki de değil o yüzden. ace'inki ne bilmiyorum, belki onunkidir. ama o da haz olamayacağını yazmış, bunu yazarken de, belli ki, haz almış oldukça.

üretim sürecine, üretim araçlarına, ürüne; dolayısıyla, insana, topluma ve doğaya yabancılaşmak da değil, tahmin edileceği üzere. bunun hazlı bir şey olduğunu iddia edecek değilim, her ne kadar bu anlamda bir yabancılaşmanın da sorunlu bir kavram olduğunu düşünsem de...

yabancılaşmadan garip bir haz alıyorum, evet. "yapma" şekillerime yabancılaşmış durumdayım, bırakın yaptıklarımı. etrafımdakilere, sevdiklerime, sevmediklerime; sevme ve sevmeme biçimlerine yabancılaştım, yabancılaşıyorum. beş metrekare etrafımda varlıklarını sürdüren tüm objelere yabancılaşıyorum. insanlara ve hayvanlara, duygulara ve duygu salınımlarına, yazılara ve yazma'ya, işlere ve güçlere, açıklamalara, dava'ya ve davacı'ya, sanığa ve tanığa yabancılaşıyorum.

yazdığım yazı, "kağıt", okuduğum kitap, ve sen, okur, hepiniz o kadar yabancısınız ki.

toplumsal bir yabancılaşma değil bu. "hiçbiriniz beni anlamıyorsunuz" ya da "ben hiçbirinizi anlamıyorum" ya da "anlaşılacak bir şey yok" da değil.

benim yabancılaşmam. kendime yabancılaşmam. kendimi yıkma ve yeniden üretme sürecinde, bana ait olan her şeyin aidiyetlerini soru işaretlerinin insafına bırakan bir yabancılaşma bu.
aynı şarkılar etrafında, şarkıları sahiplendikçe, şarkıları tanıdıkça, kendisine yabancılaşan bir adamın aldığı
garip bir haz.
şüphesiz ki, bir yanılsama.
yabancılaşmanın
garip hazzı
üzerine-2.
commandos 2.
haz verir.
garip bir haz.
yabancılaştırıcı bir haz.
yabancılaştırmanın garip hazzı üzerine.
1.
yabancılaşmanın garip hazzı üzerine.
2.


15 Aralık 2007

yabancılaşmanın garip hazzı üzerine


yabancılaşmanın garip hazzı üzerine

yabancılaşmanın
garip
hazzı
üzerine

yabancılaşmanın
garip hazzı
üzerine

yabancı
laşman
ıngarip
hazzı
üzer
ine

14 Aralık 2007

benim adım

karma police,
I've given all I can,
it's not enough,
I've given all I can,
but we're still on the payroll.

kimse anlatmayacak mı,
nehirlerin neden siyaha boyandığını?

9 Aralık 2007

i am you, and what i see is me...

....derken o ıslığı duyduk. iliklerimize kadar sese boğulduk. duyduğumuz, hissettiğimiz, yaşadığımız hiçbir şeye benzemiyordu, bambaşkaydı ses. çok uzaktandı, kendimiz kadar uzaktı bize, ayrı ve farklıydı. değişik dünyalardan bize ulaşan bir haberdi belki, bir çağrıydı. ondan sonra ne bizdi bize kalan, ne de başkası. biz ses olmuştuk; sesten ayaklarımız vardı ve sesten bir baş yükseliyordu, ses boynumuzun üstünde. vahşi batı’da bir kovboy atını çağırıyordu, yakaladığı bizonun kafasına doladığı demokrasiydi elbet, kement değil. istanbul’un arka sokaklarında bir adam, sokaktan geçen fahişenin dikkatini çekmeye çalışıyordu, en basit yolla. ve hayat, ıslıktan başka bütün anlamlarını kaybetmiş biçimde asılıydı evrenin sonsuzluğunda...

derken o ıslığı duyduk. minik yüreklerimizin atışı karıştı ıslığa...ıslık bizi çağırıyordu, bizi arıyordu evrende. kanat seslerimizle karşılık verdik. havalandık hep birlikte, yükseldik semaya. bulutların üstündeki o olmayan evrene çıktık. yükseldikçe üşüdük, üşüdükçe bizden uzaklaştık ve ısındık; üşümek anlamını kaybetmişti çünkü, üşümek varsa aynı anda ısınmak da olmalıydı, terlemek donmakla yan yanaydı ve gerçek, bizden kalan bir anıydı sadece...




8 Aralık 2007

in the death car...

ne oldu şimdi? what's the buzz, tell me what's happening? neden oldu? oldu mu? olacak mı? ne olacak?
bir şeyler oldu. ve bir şeyler olacak. kelimeler dolandı, cümleler tıkandı, anlamlar kayboldu yine. ama bu sefer, çok anlamsız oldu. olmamalıydı.
dibe çökmüş hayatlar. kırmızısı renksizliğe karışan vücutlar. gözümü kapatsam, birkaç saniye dursam öylecenek, sonra yeniden açsam, olur mu? düzelir mi? neden her şeyi biliyorsun sanki? düşünmek için kalamaz mıydın biraz daha?
şövalye bugün üzgün...

this is a film about a man and a fish this is a film about dramatic relationship between a man and a fish the man stands between life and death the man thinks the horse thinks the sheep thinks the cow thinks the dog thinks the fish doesn't think the fish is mute expressionless the fish doesn't think, because the fish knows everything. the fish knows everything...




5 Aralık 2007

diyalektik

tam 24 saatlik uykusuzluğum ve bir tabaktan geriye kalan üç patates oturtma lokması, bir kış gecesi eğer bir yolcu'ya eşlik ediyor şu an. çöp kutum var görüş alanımın hemen sınırlarında, bir kola ve bir miller şişeşi ufak ağızlarını yukarı dikmiş, gerisi son bir ayın hastalık güncesi. son bir ayın ders kitapları, sınav notları dağılmış etrafa. milliyetçi ve emperyalist bir demokrasinin ortadoğuda inkilapçı bir tarihi olabileceğine karar vermişim sanırım son bir ayda. sağımdaki sandalyede de, son bir ayın oyungezer'i duruyor. son bir ayın kahve bardakları, bitmiş vivident kutusu, içi boşalmış ıslak mendil nesnesi (işte bu yüzden, sırf bu yüzden işte.... yeni bir isim verdim sana)...
ocak 2008 klasörü açmalıyım sonra, dergicilik yapanların 1 aralıkta yılbaşı kutlamalarını teklif etmeliyim köyün ileri gelenlerine. şirin baba'yı bulmalıyım, "gelmiş geçmiş en büyük lider" oylamasında seçilmek üzere olduğunu, ama daha çok desteğe ihtiyaç olduğunu anlatmalıyım ona. forward mailler atmalı her yere. donatmalı dört bir yanı bayraklarla. inletmeli tribünleri şarkılarla lay lay lay lay la..

oysa sanırım ilk kez, tam bir gün boyunca yaşadım. 24 saatten çok uykusuz kaldığım olmuştu, ama bu sefer, gece 12de uyandım, eğer 20 dakika içinde yatmayı becerirsem (sizi ilgilendirmez ama şu an saat 23:37), kendi çapımda bir düzen kılaymeksi yaşayacağım.

oysa uykum var. bu kadar düzenli olmak için fazla uykusuzum. uykusuzluk düzensizliktir. uykusuzluk direniştir..

oysa tam tersini söylemiştim geçenlerde taptaze asistan arkadaşıma (tebrik ederim buradan kendisini) dirensizlik uykudur demiştim.

densizliktir uyku.
kurulu cümlelerinin içine eder. girişinin için eder. başlığının içine eder. diyalektik neymiş? kimin fesiymiş? bu dönem boyunca fes'in fez'den gelip gelmediği üzerine kaç kere daha yorumlamalar duyacağım acaba?

lamaların ömürleri boyunca hiç geğirmediklerini biliyor muydunuz? oysa patates geğirtir.

eğer üç lokma kaldıysa burada,
fazla uzaklaşmış olamazlar.

4 Aralık 2007

oyungezer aralık kalmış


oyungezer (q değil, g) durmuyor.
aralık sayısı, tüm türkiye'de bayilerde.
bekleriz...
(laf aramızda, hayek ve friedman'a giydirdim, keyifle okuyun diye).

bir oyun dergisi, sizi ne kadar şaşırtabilir ki?

15 Kasım 2007

birisi'ne

söyleyecek çok fazla şeyim yok. bu yazıyı birisi için yazıyorum. kendisini bilen ya da bilmeyen birisi. benim tanıdığım ya da tanımadığım birisi. benden güzel sözler söylememi isteyen birisi...
bana, güzel söz'ün, kullanılabilecek bir obje, dağarcıktan bulunup çıkartılabilecek bir bilgi, sözlükteki kelimelerin yan yana gelmesinden oluşan bir yapı olmadığını fark ettiren birisi.

birisi, sana sesleniyorum.
bana öğretilmiş formüllerden yoksunum şu anda. elime tutuşturulan kitaplardan, kulağıma fısıldanan mısralardan, "iyi gelir" diye ötelenen koca karı tavsiyelerinden, "iyi gelecek" diye sağlık karnesine yazılan tıbbi reçetelerden habersizim...

doğası gereği olumlu olan bir söz bilmiyorum. kendiliğinden ümit verecek, mutlu edecek...

senin sayende fark ediyorum...
olumlu söz, bir ilişki...

birisi,
şu an sadece senin için yazıyorum, sadece seni düşünüyorum. bu blog'dan ne bekliyorsun, emin değilim, ama ben sana bu ilişkiyi veriyorum...

olumlu söz...
güzel söz...

9 Kasım 2007

beniyapısökermisinkemal


bugün derrida'nın 2002'de bizim okulda bir konferans verdiğini öğrendim.
"aaa" dedim.
sonra da bu resmi gördüm.
"sıkıysa bunu da deconstruct etsene jak!"
dedim.

6 Kasım 2007

başkan babamızın sonbaharı

....gittiler, allah kahretsin, ve general, işgalle gelen ilk boynu eğik yıllarından sonra, yüksek sesle buyruklar yağdırarak çıktı merdivenleri, bizzat, horoz dövüşlerine yeniden izin verilmesini isteyen sesler arasında, peki, izin verdi, kabul ediyordu, uçurtma uçurtmak da yasak değildi artık, denizcilerin koyduğu bir sürü yasaktan dönülüyordu, ve kendi yetkisini sonuna kadar kullanarak, buyruklar yağdırarak, dilekleri kabul ederek gücünün öylesine bilincine vardı ki, buyurdu, kabul etti, bayrağın renklerini kararlaştırdı, armadaki Frigya kasketinin yerine işgalcilerin yenik düşmüş ejderhasını koydurttu, ne de olsa artık kendi kendimizin köpekleri olduk ana, yaşasın salgın. Bendicion Alvarado, bütün hayatı süresince bu saltanat şaşırtmacalarını unutmayacaktı, daha eski ve buruk yoksulluk şaşırtmacalarını da, gelgelelim bunların hiçbiri, oğlu ölü oyunu oynayıp bahtının tadını çıkarırken, kendisinin önüne gelene, kulağını her uzatana aktardığı sızlamalar kadar taz değildi belleğinde, başkan anası, dikiş makinesinden başka hiçbir şeyi olmayan bir başkan anası olmanın ne yararı var, diye sızlanıyordu altın oymalı cenaze arabasına bakarken, zavallı oğlum bunca yıl yurduna hizmet ettikten sonra başını sokabilecek bir kavuk bile bulamadı, ya Tanrım, adaletin bu mu; alışkanlığa da düş kırıklığına da bağlanamazdı sızlanmaları, general, artık ne yeni atılımlarını anasıyla paylaşıyor, ne de eskisi gibi, saltanatın en büyük gizlerinin onunla ortaklaşmaya yelteniyordu, üstelik denizciler döneminden sonra öylesine değişmişti ki, Bendicion Alvarado, kendisinden daha yaşlı görüyordu onu, gerisinde kalmış hissediyordu, sözcükleri kekeleyerek çıkardığını duyuyordu, doğru kavramı da iyiden iyiye sarpa sarmıştı, arasıra saçmalıyordu, ve bir sürü paketle, hepsini aynı anda açmaya can attığı armağanlarla konağına geldiğinde, ona bir ananın değil, bir kızın duyabileceği acımayı duyuyordu, sicimleri telaştan dişiyle koparıyordu general, anasının dikiş sepetinden makası almasını beklemeden, kancalara takıp kırıyordu tırnaklarını, çırpınan elleriyle doludizgin bir endişe yaşayarak, yıkıntının fundalığına tutunuyordu, baksana şu şahane şeylere ana, diyordu, al sana akvaryumda canlı bir deniz kızı, saat başlarında odayı dolanıp çanını çalar, insan boyunda, kurgulu bir melek, kulağına dayayanın dalga sesleriyle deniz rüzgarının uğultusunu değil, ulusal marşın ezgilerini duyduğu bir deniz kabuğu, ne acayip şeyler di mi ana, artık yoksul olmamanın güzelliğini anlayabilirsin, ne var ki anası bu coşkunluğa katılamıyor, yüreğinin paramparça olduğunu oğlundan gizlemek amacıyla, papağan boyadığı fırçaları kemirmeye başlıyordu, kimsenin kendisi kadar yakından bilmediği bir geçmişe yanıyordu, koltuğu korumak nelere patlamıştı....

g.g. marquez

31 Ekim 2007

ne güneşler doğuyor o küçük beyaz kulübelerin içinde...

bu gece,
bazılarınız uyuyacak ve uyanacak.
bazılarımız hiç uyumayacak.
sadece uyurgezerler, bu işte bir iş olduğunu anlayacak.
yarın sabah gazete bayilerinde
bir oyungezer olacak.



oyungezer'in ilk sayısının içeriği için lütfen şuraya...

30 Ekim 2007

bir kış gecesi meğer bir yolcu

all my base are belong to a true story.

i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.HAYVAN HERİF!i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.bak hala konuşuyo!i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.hep muhalefet hep muhalefet!i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.yeter!!!i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.sen bana ne diyosun lan!!!i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.YANLIŞSAM da düzeltmeyeceksin!i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.okulda siyaset yasak.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must disobey my pre-facts.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.must i okey my prospectus.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.musti mypros okestus.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.primus inter pares.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects. FORWARD! he cried from the rear and the front rank died.
and the general sat and the lines on the map moved from side to side.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.i must obey my prefects.ctrl+v.ctrl+v.ctrl+v.ctrl+v ctrl+v.ctrl+v.ctrl+v.ctrl+v.

i must obey my ctrl+v.

23 Ekim 2007

kutsanmış disiplin pratikleri


bu sabah yine uyanamadım. uykuyla aramdaki problemli ilişki devam ediyor. neyse, konumuz bu değil. derse iki saat gecikmiş biçimde yola koyuldum. vali konağı'nda yürüyordum, uykulu gözlerimi açmaya çalışır biçimde. sonra bir topluluğun sesi geldi kulağıma. şöyle bağırıyorlardı:

her

şey
vatan
için!

kafamı kaldırdım. caddenin karşı tarafında, yüksek, hapishane duvarlarıyla çevrili bir yerden geliyordu ses. karşıya geçtim, duvar boyunca ilerleyip kapıyı buldum. bir avluya girdim. birkaç genç top oynuyordu sağda. soluma baktım, okul üniformalı 60-70 kişilik bir grubun, oldukları yerde uygun adım sayar bir halde bağırdıklarını gördüm.

her
şey
vatan
için!


başlarında bir kadın vardı. bağırıyordu durmaksızın. ama

her
şey
vatan
için!

diye değil. "karnını içeri sok, hizaya bak, dik dur" gibi, "düzenleyici" direktifler veriyordu histerik bağırmaları sırasında. 5 dakika boyunca soluğum tutulmuş biçimde izledim onları.
tanıdıktı.
okul üniformalıların suratına baktım. gözlerine. çok tanıdıktı. hatırladım.

aynı üniformaların içindeydim. aynı bahçedeydim. aynı kadından direktifler alıyordum. karnımı içeri sokuyor, hizaya bakıyor, dik duruyor ve bağırıyordum:

her
şey
vatan
için!

ve hatta durmuyordum,

türk
öğün
çalış
güven!

hatta,

her
türk
asker
doğar!

hatırladım. 13, 14 ya da 15 yaşında, kız ve erkek çocuklarıydık. üzerimizde tek tip bir elbise, güneşin altında duruyorduk. ya da soğukta. kravatlarımız takılı, ceketlerimiz ilikli, eteklerimiz diz hizasında, çoraplarımız beyaz, ayakkabılarımız mokasen. menopoz öncesi ya da hemen sonrası, "çağdaş bir türk kadını", bizi hizaya sokuyordu. çocukların faşizmle ilk tanışması.

hatırladım. nasıl keyif aldığımı hatırladım. aynı iniltiyi, aynı anlamsız, aynı şoven, aynı sapıkça iniltiyi nasıl da okul çıkışında, uygun adım biçimde eve yürürken söylediğimi hatırladım.

her türk asker doğar çocuklar. size burada edebiyat öğretiyoruz, boşa. fizik anlatıyoruz, boşa. evet, felsefe dersleriniz var, felsefe derslerinizde "sartır" da diyoruz zaman zaman, ama lütfen, yapmayın, biliyorsunuz ki tüm bunlar boşa. hepiniz asker doğdunuz elbette, ne olabilir başka?

hitler'in çocukları geldi aklıma. ellerini führer'e uzatmış biçimde uygun adım yürüyen ufacık çocukların resimlerini hatırladım. aynılarına bizim 19 mayıs törenlerinde nasıl da alıştığımızı fark ettim sonra, alışmamış olsak aklıma gelen ilk örnek hitler olur muydu?

hatırladım. disiplinin seksi tarafını. böylesine bir aksiyondan nasıl zevk alabildiğimizi hatırlamaya çalıştım. çocukların yüzlerine baktım tekrar. ne hissediyorlardı? ne hissedeceklerdi yıllar sonra bir gün, sokakta yürürken, her türkün asker doğduğunu duyduklarında?

her türkün asker olması değildi şüphesiz önemli olan. o çocukların ileride buna inanıp inanmayacakları da çok fark etmeyecekti. önemli olan, uygun adım yürüme disipliniydi. dik durma. hizaya bakma. karnını içeri çekme. farklılığın yok edilmesi. bireyin kaybolması. benden büyük, benden farklı, beni yoketmiş bir topluluğun kutsanması. kutsallık.

nasıl bir taktik izlenecek bu kutsallık stratejisi karşısında? nasıl baş edilecek her türkün asker doğduğu ve uygun adım attığı mitiyle? uygun adım atan menopozik-andropozik faşizmle nasıl başedilecek?

uygun adım atmamak gerekiyor. durmak. geriye bakmak. sallanmak. oturmak. "her şey onun için!" diye bağırmak gerekiyor belki, ya da "her türk biraz astronot az buçuk kapıcı doğar" diye... "ne olur geri dönme!" diye. dalga geçmek lazım bu saçmalıkla. gülmek, kahkahalarla gülmek lazım. okul üniformalarına asker üniforması muamelesi yapan, faşizmin en yoğun, en çekirdek, en çıplak haline karşı koymak gerekiyor. direnmek.

direniş her yerde.
nişantaşı anadolu lisesi bahçesinde.
beden eğitimi dersinde.
gündelik hayatı devrimleştiremezsek, hiçbir şey devrilemeyecek...

21 Ekim 2007

son of man



artık varolmayan yazsın istiyorum bir şeyler... ama olmuyor. sıkıştım. her taraftan kan akıyor. herkes ceset istiyor. daha fazla. daha kanlı. sayılar havada uçuşuyor; kilometreler tarihi bilgilere karışıyor, yükseklikler menzillere... herkes bir hikâye yazma derdinde. bu heyecanlı savaş oyununda kendi hikâyesini yazmak için ortalara dökülmüş yüzlerce adam. birkaç tane de kadın.

oysa, yazmadıkları bir hikâyenin isimsiz kahramanları, hayır, kahramanları değil, figüranları olmak düşüyor "onlar"a. senaristi bol, başkahramanı olmayan garip bir hikâyede, kendilerini oynuyorlar.
onlar... insan oğlu.

“Onlar ki
toprakta karınca,
suda balık,
havada kuş kadar
çokturlar
korkak
cesur
cahil
hakim ve çocukturlar
ve kahreden
yaratan ki onlardır
destanımızda yalnız
onların maceraları vardır."

4 Ekim 2007

bu bir reklamdır





seyahatimiz başlıyor.
yol üzerinde hem edward said'e, hem lara croft'a uğramayı düşünen bir seyyah.
oyungezer.
online.
şimdi.
tık.

28 Eylül 2007

varolmayan şövalye'nin uykuyla imtihanı


"gözlerini yumabilmek, bedeninin bilincini yitirmek, kendi saatlerinin boşluğuna gömülmek, sonra uyanıp kendini yeniden öncekinin aynı bulmak, yaşantısının ipliklerini yeni baştan örmek ne demektir, agilulfo bunu bilmiyordu ve varolan insanlara özgü olan uyuma yetisine imrenmesi de öyle, insanın aklının bile almadığı bir şeye karşı duyduğu belirsiz imrenmeydi."

google'ın da sorunlu uzantıları olabileceğinin farkına 'bir kış gecesi eğer bir yolcu' sayesinde vardım sanıyorum. blogger, hiç de stabil çalışan bir sistem değil. komutları eksik algılayan, sık sık hata veren ve de bunun gibi bir şeyler. neyse, amacım 'bir kış gecesi...'ni web değerlendirme sayfası haline getirmek değil, alıntı paragrafından belli etmişimdir herhalde. blogger'ın hatalarından bahsetmemin sebebi, varolmayan şövalye'ye kendi istemediği yalanlar söyletiyor olması. evet, yalan söylemeyi seviyor varolmayan şövalye, ama, sadece kendi istediklerini. blogger'ın yaptığı şey, yazıları gönderdiğim saatleri her daim yanlış kaydetmesi. bu yüzden 'bir kış gecesi...'nin sadık okurları, benim oldukça düzenli bir yazma aralığım olduğu gerçeğinden haberdar değiller.

varolmayan şövalye imzasıyla yazdığım yazıların neredeyse tamamı, gece 2 ila sabah 8 arasında, sırasıyla "gecenin körü" ile "sabahın körü" olarak tabir edilen vakitlerde yazıldı. üniversiteye girdikten sonra baş gösteren ve bu sene iyice garip bir hâl alan, uykuyla aramdaki son derece problemli ilişki elbette bunun sebebi.

normal bir insanın, hatta normal bir 'geç yatan' insanın yattığı saatlerde yatamıyorum artık. beceremiyorum yatağa gitmeyi, yorganı başıma çekip, güzel güzel kitap okuyup sonra da mışıl mışıl uyumayı. huzurlu rüyalarımda geyiklerin peşinden koşmayı (aman nereden çıktı bu ziya gökalp lapsus'u?)... hayır, alıntıya kanmayın, problemim, lakabını çaldığım agilulfo'nunkiyle aynı değil. uyumak isteyip de uyuyamamak değil benim derdim. uyumak istememek de değil. yatağa girdiğim zaman, iki sayfa bile okuyamıyorum, uyku beni alıp götürüyor. sorun başka bir şey, ama ben çözemiyorum. sorun başka bir yerde, ama ben bulamıyorum.

yapacak hiçbir şeyim yoksa, okuyacak, yazacak, yetiştirecek, izleyecek; hiçbir şey'le uğraşmaya karar veriyorum. hayatımdaki hiçliklerin dökümünü yapıyorum, öylesine duruyorum. ben bir hiçlikten oluşuyorum o anda. varolan bir dünyada, kendi varolmayan evrenimi kuruyorum. herkesin uyuduğu o anda, kendi gerçekliğimi inşa ediyorum. gecenin/sabahın köründe, yel değirmenleriyle uğraşan bir şövalye... beni tanımlayabilecek en iyi cümlelerden biri bu olabilirdi, eğer ki inansaydım tanım cümlelerine.

yeni bir gün doğuyor sonra. bana bakıyor insanlar, üzülerek. "gözlerin kızarmış", diyorlar. "evet" diyorum, "benim hep öyle, alerjik herhalde". herhalde öyle, bir tür alerji olmalı bu. herkesin uyuduğu saate olan bir alerji; üretimin, yaratımın, yalan söylemenin durduğu o saate karşı geliştirdiğim bir alerji.

siz uyuyanlar, alerjim size...

siz rüyalarınızı görün, ben çok fazla uzağa gitmiş olamam.

"şurada burada, çadırların kıyısından köşesinden çıkmış, yukarı kalkmış başparmaklarıyla çıplak ayakların görünümü onu daha fazla etkiliyor ve tedirgin ediyordu: uykuya varmış ordugâh bedenlerin sultanlığıydı, içilmiş şarabı ve bir savaşçı gününün terini hohlayan eski adem teni serilmiş yatıyordu göz alabildiğine; çadırların eşiklerinde içleri boşalmış zırhlar karmakarışık yığılmışlardı, sabaha hizmetkârlar ve seyisler alıp güzelce parlatsınlar, bir hale yola koysunlar diye bekliyorlardı. dikkatlli, sinirli, kibirli geçip gidiyordu agilulfo: gerçi beden sahibi insanların bedenleri içinde hasete benzer bir tedirginlik uyandırıyordu, ama aynı zamanda gururla, bir üstünlük duygusuyla kasılarak küçümsüyordu onları. ünleri dillere destan olmuş meslektaşları, o şanlı şövalyeler, aslında neydiler yani? rütbelerine, adlarına, başardıkları büyük işlere, güçlerine ve yiğitlerine tanık olan zırhları işte bir kabuğa, içi boş bir demir yığınına dönüşmüştü, insanlar ise oracıkta horlayıp duruyorlardı, yüzlerini yastıklarına gömmüş, aralık dudaklarından incecik bi salya sızıyordu."

italo calvino
, varolmayan şövalye

25 Eylül 2007

"bu yaz da barthes okudu..."



"viewed as a transition the face of Garbo reconciles two iconographic ages, it assures the passage from awe to charm. as is well known, we are today at the other pole of this evolution: the face of Audrey Hepburn, for instance, is individualized, not only because of its peculiar thematics (woman as child, woman as kitten) but also because of her person, of an almost unique specification of the face, which has nothing of the essence left in it, but is constituted by an infinite complexity of morphological functions. as a language, Garbo's singularity was of the order of the concept, that of Audrey Hepburn is of the order of the substance.

the face of Garbo is an Idea, that of Hepburn, an Event."

roland barthes, the mythologies



24 Eylül 2007

kusura bakma, etraf da çok dağınık ama...


okul açılıyor yarın. sanırım ilk kez, "yeni gönderi" penceresini, ne yazacağımı bilmeden açtım. yarın okul açılıyor. evim çok dağınık. geçen seneden final notları masamın üstüne yığılmış durumda, hala. interrail çantasını gördüm en son ortalıklarda, içine düştüğü boşluktan, aylanmış tozları içine alarak kurtulmaya çalışıyordu.

okul açılıyor yarın. ders programım çok dağınık. bana 'consent' vermiş hocalara, yarın ben consent vereceğim. beğenmediklerimi "ah, üzgünüm, sizden bu dersi almak çok isterdim, ama, siz de biliyorsunuz ki, ..." diyerek reddedeceğim. estetik mi acaba benim kalemim, politik felsefe mi, yoksa postmodern roman mı? bu satırların okurlarının "postmodern roman" demesini umuyorum sanırım.

oysa şu an çok dağınığım, hiçbir şey okumaya mecalim yok, çünkü her şeyi okumak istiyorum. ders seçmek istemiyorum, hayır; ergenlik hezeyanlarındaymışçasına yakarmak istemiyorum artık.

çok dağınığım, kafamda bin tane fil var sanki, ne yaptıklarını sadece erkan can biliyor. hepsi farklı bir yöne koşuyor, bense hortumlarından çıkan derin bir ıslığa mahsur kalmışım, beceremiyorum kurtulmayı.

şunları demiştim, bir kış gecesi bir yolcu'nun yolculuğu başlarken:

bir makale, bir gün özeti, bir serzeniş, bir acı, bir tatlı, bir şarkı, bir öykü, bir oyun, belki de bir koyun... bir adam, bir kadın. bir freddie, bir fuko....blog'umdan bunlar geçecek. belki de geçmeyecek. içinden tren geçen bir blog olsaydı eğer, benimki olsun isterdim. zira toplanmışlıklara tahammül edemiyorum...
bu blog'un bana tahammül yaratacağını umanlar, ben yenilince yenilmiş sayılacaklar, bunu unutmasınlar. kurallar için başvuru danışmaya, danışma "exit" oklarının sonunda...

oysa şu an, yıllar önce kaybettiğim düzenin peşinden koşuyorum. bu blog'un bana tahammül yaratmasını umuyorum. ben yeniliyorum. ve yenilmiş sayılıyorum. toplanmışlık istiyorum. odamın toplandığını, kaybettiklerimi bulduğumu, kararlarımı verdiğimi, kitaplarımı okuyup yazılarımı yazdığımı hayal ediyorum.

belki de haklıydı okur. belki de bir değnek lazımdı bana. dürtmeliydi beni. düzene sokmalıydı.
"disiplinize" olmalıydım, evet, cevap buydu. tüm dağınıklığıma ilaç buydu. boşuna yazmıştım o kadar satırı, hiçbir şey anlatamadan, anlatmaya niyetlenmeden, anlamayı istemeden...

"hayal kırıklığı" diyorum.
"hayır, yanlış anlıyorsun" diyorum.
"yanlış anlamak yoktur", diyorum.
"anlamlar vardır..."


22 Eylül 2007

with hope in your heart

'bir kış gecesi eğer bir yolcu'nun yolculuğu başladığından beri verdiği en büyük mola oldu 'varolmayan şövalye ve meçhul geyik anıtı'. ders seçimleri, misafirlikler, düşünmeler, gezmeler, bir kış gecesi'ni yalnız bırakmama sebep oldu. oysa yalnız değildi bir kış gecesi, sinan'ın foruma dönmüş bloguna yetişemese de, yorum yağdı son gönderi'ye. içimi doldurdu yorumların çoğu. sevindim. yazdıklarımın beğeniliyor olmasının ötesinde, yazma ve okuma denen ucu bucağı belirsiz faaliyet alanlarına bakış açımın, yorum düşenlerin çoğuyla ne kadar benzeştiğini görmek, beni mutlu etti. ümitlendirdi. disipline edici pratiklerden kaçınan, yazarın ve okurun özgürlüğünü, özgünlüğünü savunan, şekerli sözleri seven okurların varlığı, kelimelere iyi geliyor. iyi gelecek.


yukarıda gördüğünüz isim, yeni dergimizin. bir zamanların en güzel köşesine etiket olmuş 'oyungezer', bir okurun önerisiyle, yeni derginin tepesine kuruldu. bu dergiye, bu atmosfere, bu birlikteliğe, bu 'gezmeye' yakışan daha güzel bir isim, sadece söylenmemişler arasından çıkabilirdi.

okuyucudan aldığımıza göre derginin ismini, bugünün şarkı seçimini de okuyucuya (onur) bırakmak yerinde olacaktır...

iyi yolculuklar
daha da güzeli,
iyi gezmeler...


when you walk through a storm
hold your head up high
and don't be afraid of the dark

at the end of a storm is a golden sky

and the sweet silver song of a lark
walk on through the wind
walk on through the rain
tho' your dreams be tossed and blown
walk on, walk on

with hope in your heart

and you'll never walk alone

you'll never walk alone

16 Eylül 2007

varolmayan şövalye ve meçhul geyik anıtı





'isimsiz' okurum hayal kırıklığına uğrayacak belki, ama yine can sıkıntıları yön veriyor kelimelerime. katman katman can sıkıntısı, tüm vücudumda, ruhumda, parmaklarımın ucunda.
varolmayan şövalye'nin varolmayan hayatındaki varolmayan olaylar, kendi ellerinden çıkan, gerçek, varolan harflere dönüşüyor; yalan bir hayatın iç kanatan yaraları olarak, varolmayan (sanal) bir ortamda, yeni bir gerçeklik kazanıyor. 'can sıkıntısı' anlatan bir cümle bile güzel kurulmaya çalışılıyor, siliniyor, yeniden yazılıyor. tekrar tekrar okunuyor. yazı, bütün gerçekliğin üstünü örten, yeni bir gerçeklik yaratıyor. gerçek, yalan oluyor. varolmayan şövalye, yine, yalanların izini sürüyor. gerçeğin peşinde...

egosu yüksek insanlar için, bir tatlı kaşığı kadar bile tanınır olmak, çok zor bir şey. bir tarafta, o egoyu tatmin edecek bir kitle var takip eden, bir tarafta da o egoya zarar veren, kimisi müthiş başarılı çözümlemelerle egoyu çökerten, kimisi de sadece can sıkan...

" 'disiplinize' edilmesi gerek" demişler mehmet kentel için, "eğer yazmaya devam etmek istiyorsa". 'bir kış gecesi eğer bir yolcu'nun okurları katılacaklar mı bilmiyorum, ama çok geyik yazdığım söyleniyor. okuma zevklerini bir yaş skalasına göre belirleyen, "abi" olmayı bir yazarlık/okurluk mahareti sayanlar tarafından, abi'ler gibi olamamakla suçlanıyorum. bu "abi" saplantımız üzerine de yazmak istiyorum aslında ama, bugün ilgimi şu gereklilik cümlesinden başka bir yere toplayamıyorum:

"disiplinize edilmesi gerek".

bir okur, bir yazar hakkında bunu nasıl söyleyebilir? okuduğu yazının, daha güçlü birileri tarafından "disiplinize edilmesi"ni okur olmakla nasıl bağdaştırabilir? eğer okur yazarın "disiplinize edilmesi" gerektiğini düşünüyorsa, kendi özgürlüğünü, kendi gözünü, kendi algısını nasıl koruyacak? yazı yazmak karşılıklı yapılan bir iştir. eğer bir tarafı "disiplinize" ettirirseniz, diğer tarafın dokunulmadan kalması mümkün mü?
bir yazarın sansürlenmesini istemek bile daha onurlu bir davranış gibi geliyor bana, en azından yazar, yazdıklarını, kendi 'disipline edilmemiş' (artık doğrusunu kullanabiliriz) benliğiyle kaleme alabilir. sonra yazısının başına ne gelirse gelsin, kendisinden çıkmıştır, okurun (sansürcünün) malı olmuştur artık. oysa disipline etmek, bir yazarı uysallaştırmak, onu 'norm'a, 'olağan'a, 'sıradan'a çekmek, onu 'eğitmek', 'olgunlaştırmak'... başkalarının istediği şeyleri, kendi istiyormuş gibi yazdırmak. işte gerçek kölelik. insan foucault'yu (yeniden, sıkılmadan) hatırlamadan edemiyor:

"discipline produces subjected and practiced bodies, ‘docile’ bodies."

kullaştırılmış, uygulanmış, önceden hazırlanmış, yalan bir öznellik sıvısı altında, 'uysallaştırılmış' bedenler. bizler. 'disiplinize edilen' bir çağın, özgür çocukları...

bu satırların hemen solunda, garip bir ifade var, bir başlığı teşkil ediyor, şöyle:

kim(lik)[siz]

şimdi hakkımda edilen laflara bakıyorum da, ne kadar da doğru bir ifade bu. tek bir dergide aynı anda çok fazla geyik yazmak ve çok fazla ağır yazmakla itham edilince; bambaşka bir mecrada çıkartma savaşı verilen başka bir dergide teoriye boğulmamam konusunda defalarca uyarılınca, arkadaşlarımla defalarca sokak diline düşmeme kavgası yapınca; kimlik denen içi fevkalade dolu yapının aslında nasıl da ifade edilemez, indirgenemez bir şey olduğu konusunda şüphe kalmıyor ortada...

varolmayan şövalye, bir geyik.
geyiğe binmiş bir yalan.
yalana binmiş bir fikir.
belki,
bir kış gecesi,

eğer bir yolcu...

12 Eylül 2007

bu bir eylül sabahı

düğümlenmiş duruyor cümleler, boğazıma değilse parmaklarıma.
boğazlara düğümlenen başka şeyleri düşünüyorum sonra.

kalın ipleri.

bu bir eylül sabahı,
dün yaşayanlar bugün yaşamıyor,
nefes alsa da bedenleri.

10 Eylül 2007

bu bir kış gecesi değil




"yazı yazmak, doğası gereği, yalan söylemekle iç içedir. bu zaten genel olarak kabul gören bir yaklaşımdır. benim daha da ileri götürerek savunmaya çalışacağım duruş, yazma eyleminin yalan söylemek dışında yaratıcı/kurucu/inşa edici herhangi bir vasfı bulunmadığını düşünmemdir. bir yazar, yalancı olmaktan öte hiçbir şey değildir. ve yazar, yalan söylediği sürece, her şeydir. bir kral, bir çöpçü, bir doğrucu, bir yalancı, bir belgeselci, bir kurgucu, bir aptal, bir zeki ve bir yazar'dır. bu kimliklerin hepsine sahip olabilir bir yazar, sadece ve sadece yalan söyleyerek. burada bahsedilen "yalancılık", sadece kurgu türlerinde eser veren yaratıcılar için geçerli değildir. kağıda dökülen her cümle, -türü ne olursa olsun- genetik buluşlar hakkında br makale, kürtajın serbest bırakılmasını savunan feminist bir bildiri ve hatta komünist manifesto, yalan söylemektedir. bunun nedenini marx'ın ve de tüm yazarların ahlaksız olmasında aramak aptallıktır. marx'ın yalancı olmasının nedeni, yazının doğasında saklıdır. bir kalem ve bir kağıt, bir daktilo, bir klavye ya da henüz karşılaşmadığım bir başka teknolojik aygıt, yazı yazan kişiye dünyanın en büyük gücünü verir. bu güç, sınırsız bir güçtür. bu güç, yaratmanın gücüdür ve yaratan insan, hayalgücü ve kullandığı aygıttan aldığı güçle tüm gerçekliği yeniden kurma kudretine sahiptir. burada, yazının paradoksal doğası devreye girer. sınırsız olduğu sanılan yazı yazma gücü, yazarı yalan söylemekle sınırlar. dünyanın, galaksinin, evrenin tüm heterodoks gerçekliğini cümlelere indirgeyen, onlar arasında ortodoks hiyerarşiler kuran, iddia eden -ki evrenin anlaşılmazlığı düşünüldüğünde, iddia etmek en büyük günah olmalıdır-; john'un beyninde aynı anda çalışan binlerce nörondan sadece birkaç yüzünün bir araya gelmesiyle oluşan bir düşünceyi "düşündüğünü" aktaran, aynı anda olan binlerce sevişmeden sadece ahmet'le ayşe'ninkine odaklanan; azaltan, küçülten, çarpıtan, siyah-beyazlaştıran ve bütün bunların farkında olan yazı, yalanların en büyüğüdür."
*****

bu yaz çok fazla deplase oldum. kış geldiğine göre artık ("bir kış gecesi eğer bir yolcu" adında bir blog açtım, normalde bu bile yeterdi kışın gelmesi için ama, bir de hava 20 derecelere düştü. kış geldi), bir döküm yapmak gerek. yaprakları kopmak için birbiriyle yarışan bir not defteriyle, şehirleri ve ülkeleri geçtim. gezdim, gördüm, yazdım. acıdan burkuldum, eğri büğrü oldum, yazdım. okudum, anlamadım, yazdım. okudum, "ben daha iyisini yazarım" dedim, yazdım. yapraklar uçtu, sayfalar dağıldı, cümleler birbirine karıştı. eve döndüğümde, ucu bucağı olmayan kelimeler, başı sonuna bağlanmayan sözler, kafa karışıklıkları ve yarısını kimbilir nerede bıraktığım, mavi bir defter kalmıştı. bütün bunlardan yeni bir anlam yaratabilmek için, bilgisayara aktarmam gerekiyordu yazdıklarımı. normalde erteleyeceğim, ders notlarımın arasında unutacağım, öteleyeceğim bu işi, "bir kış gecesi..." hızlandırdı sanırım.

bunun, birbirine bağlanan birkaç sebebi olabilir. yaz boyu, okuduklarımda ve yazdıklarımda, tek bir temanın etrafında gezindim. ya da şöyle demeli, okuduklarımı ve yazdıklarımı ben hep o tek temayla iliştirdim bir şekilde, belki ve çoğunlukla beceriksizce. "yazı", "yalan" ve "bir benlik inşa etmek" arasında, kelimelerden çizdiğim belli belirsiz bir alanda yaşatmaya çalıştım o temayı. belki de bu yüzden bu blog'un adı "bir kış gecesi eğer bir yolcu", belki de bu yüzden "varolmayan şövalye" tarafından yazılıyor. buraya yazılan yazılar, yazılara yapılan yorumlar, yorumlara verilen cevaplar, link verilen "ötekiler" ve kullanılan resimlere arasında, anlatılamayacak ama bazen hissedilebilecek, kelimelere dökülemeyecek ama okunabilecek bir ilişki var ve bu ilişkide, işte o temayı buluyorum. şöyle formüle edebilir miyiz: bu blogdaki her şey yalan bir benliğin inşasına katkıda bulunuyor, ve bir kış gecesi eğer bir yolcu, çoğunlukla yazılardan oluşuyor.
hayır.
yeterli değil.
unutulmaması gereken şey,

bu bir pipo değil.


*****

"kendimden nefret ettiğim anlar oluyor. kendimden başka hiçbir şey olamadığım anlar. en büyük eserim, ben'in, işlevini kaybettiği, aynı anda zeki, yakışıklı, kültürlü, etkileyici, kıvrak, seksi, yetenekli olamadığım, yalancılığımı bir önceki sahnede unuttuğum, sadece ve sadece kendim olarak kaldığım anlar. hamlet'i tutkuyla oynayan bir oyuncunun, tam da "olmak ya da olmamak" demesi gereken anda, "ben iktidarsızım." demesiyle karşılaştırılabilecek bir gerçeklik kayması, gerçekliğe dönüş, yaratıcılığın sonu..."

7 Eylül 2007

watching the sky

I left my luggage at the station,
I didn't know how to say goodbye
I walked away from all the fury, and the madness, and the fury, and the madness....


kaybolmuş bir playlist'in derinliklerinden çıkarttım dün gece, watching the sky'ı. ve ilk dinlediğimden beri, şarkının orgazm noktası kulaklarımda, çalıyor, çalıyor, ve ben düşünüyorum, kimeydi bu öfke? ve kime bu hoşçakal?

cevap belli aslında, yine de düşünecek çok şey var. cevapları belli sorular üzerinde düşünmek, bir cevap bulmaya çalışmanın yarattığı yönlendirme ve baskıya göre daha yaratıcı sonuçlar çıkartıyor belki de.

bazen kızacak kimse olmuyor. öfkelenecek, bağırıp çağıracak, küfredecek... ve işte o zaman, öfkelerin en büyüğü gelip oturuyor yüreğe. insan olmakla ilgili varoluşsal problem açığa çıkıyor tam o anda. neden? neden insan olmaktan başka bir şey yapamıyor insanoğlu, neden çıkamıyor bu döngüden? o en çaresiz, en dipsiz noktada, her şeyin yitip gittiği ve elde "insan olma"nın verdiği kaçınılmaz gerçeklik hissi varken, her şeyin insan olmaktan kaynaklandığının bilincindeyken... hiçbir güç yok dindirecek bu öfkeyi, insan olmanın kendisine duyulan. belki de tek umut, öfkenin kendisine sarılmak...

level'ı okumaya başladığımda, o 2. yaşını kutluyordu, ben 13.yü. bilgisayar sahibi olalı kısa bir zaman olmuştu, oyunları oynamaya başlayıp, yarım saat sonra çöpe atmak gibi bir pratik edinmiştim ve o yarım saatin boşa gitmemesi için bir rehbere ihtiyacım vardı. level benim için o rehber oldu işte...

ama bütün o oldukları arasında, şimdi en az aklıma gelen, en az düşündüğüm level, bana rehber olanı. her zaman kendisinden daha büyük bir şeydi level, editörlerinin (kanımca yanlış biçimde, yazarlarına "editör" derlerdi) kontrol edemediği, okuyucularının ölçemediği, satış rakamlarının anlatamayacağı bir "şey". önce güldüm, sonra tanıdım, sonra sahiplendim... beni ben yapan onca yazarın arasına (okuma serüvenimi başlattığı için jules verne'den, "bundan daha iyisi olamaz" dedirttiği için az daha o serüveni bitirecek olan calvino'ya kadar), serpil ulutürk gibi, sinan akkol gibi, fırat akyıldız gibi "level insanları" girdiler. level, beni ellerinde büyüttü.

sonra nispeten büyümüş ve her "büyük" gibi nankörleşmiş, bu yüzden de bir süredir level almayı bırakmış biriyken, tekrar girdi level hayatıma. bu kez benim bir okur olmamla yetinmiyordu level, bir yazar olmamı istiyordu. böylece, 2005 kasım'ında başladı level'la olan yaratıcı yolculuğum. sinan'a attığım "sana 'abi' mi demeliyim?" mail'ini, katıldığım ilk editoryal toplantıda serpil'e yer vereyim derken monitörüne geçirdiğim sandalyeyi, ilk yazımı yazdığım o uzun geceyi ve arkadaşlarıma "ben bu işi bi daha yapamam" diye söylendiğimi hatırlıyorum, gülümseyerek. sinan'ın da hala unutmadığı bir anı ise, kasım 2005'te çıkan ilk yazımın altında "burak akmenek" imzası olduğunu söylüyor. ne garip değil mi? level'a yazdığım son yazının altında da (oyunlarda anlam arayışları, eylül 2007), serpil'in imzası çıktı. foucault şöyle demiş bir keresinde:

The game is worthwhile insofar as we don't know what will be the end. (hayır, yalan. bunun fransızcasını söylemiştir elbette)

oyunun başındayken, ne olacağını bilmiyorduk, değil mi? yanlış imzayla başladığım bir yolculuğu, yanlış imzayla bitirdim. yalancılıktan seksi bir keyif alan şahsım adına, ne büyük bir şans! ne güzel bir oyun! teşekkür ederim, "sinan abi"...

küçükken bu yolun hayalini kurmamış değildim, hayır. düşünmüştüm ben de, sinan'la, serpil'le, tuğbek'le, sonra "genç yetenek" fırat'la beraber çalışmayı. ama ben bir balık burcuyum, kurduğum hayallerden sorumlu tutulamam, değil mi?

ve şimdi, bitti. kızacak kimse yok, öfkelenecek, küfredecek. kapitalizme kızabiliriz, -ki ben mütemadiyen kızıyorum, bir hayat aktivitesi bu benim için-, bir de son raddede, insan'a, insan olma'ya.

yollar ayrıldı. yolları çatallanan bahçe'de, level ikiye bölündü. sinan, serpil ve tuğbek, arkalarına yazar kadrosunun önemli bir kısmını da katarak, başka bir hayalin peşine düştü. geride kalan dostlarım, fırat'ın yol göstericiliğinde, yeni bir level hayal ediyorlar şimdi.

ben de gidenlerin yanındayım. hayatım boyunca gidenlerin tarafında olmayı seçmiş olmam, bunda önemli bir sebep şüphesiz. bunun dışında, bir sürü rasyonel ve duygusal neden yazılabilir, üstlerine olası sonuçlar koyulup hesaplar yapılabilir. bu, gerçeği değiştirmeyecek.

ben artık level'da değilim.
ama level, hep bende kalacak...

this is the end,
my only friend
the end...

6 Eylül 2007

post şekilcilik

böyle olurdu hep. oyuna başlamadan karakter yaratmanızı isteyen oyunlarda, öncelikle ve özellikle rpg'lerde. karakterin kadın mı erkek mi, insan mı elf mi, thief mi barbar mı olduğunu düşünene kadar, saatlerimi harcamış olduğumu fark ederdim. hatta çabuk sıkılan bir adam olarak, çoğu rpg'de, oyunu oynadığım süreden daha çoğunu o karakter yaratma ekranında geçirdiğimi bilirim (post yapısalcı bir bakış açısı, karakter yaratma ekranının da oyuna dahil olduğu, hatta oyundan daha çok "oyun" olduğunu söyleyecektir sanki).

"bir kış gecesi eğer bir yolcu"da da böyle mi olacak bilmiyorum. bildiğim şey, durmaksızın "şablon" değiştirdiğim. ne kadar çirkin bir kelime değil mi şablon? her neyse, belki her "gönderi"m için başka bir şarbon kullanırım. daha ilk yazım üstüne gelen "ayyyy, çok post modern olmuş" tespitine de ihanet etmemiş olurum böylece.

okurun kafası karışmamalı. şekil her şeydir.

5 Eylül 2007

bir yaz gecesi...

bundan birkaç saat önce, "bir blog'um yok, henüz, o yüzden burayı kullanıyorum" şeklinde bir cümle kurmuştum. başka birinin blog'una yorum yazarken böyle bir cümle kurduğumu fark ettiğimde, uzun zamandır beklediğim o işareti kendi kendime verdiğimi hissettim. bir blog'um olabilirdi artık. "peki ama ne yazacağım? dünya kadar yerde, dünya kadar şey yazıyorum zaten?" sorgulamasının bir anlamı kalmamıştı belli ki. başka bir blog'a içimi dökmeye ve bunu yaparken de blogsuzluktan şikayet etmeye başladığıma göre, vakit gelmişti.

bir yaz gecesindeyiz şu an. belki yazıyı gönderdiğimde (terminoloji bu mu?) bir yaz sabahına varacağız. oysa yazmak ve okumak üzerine söylenmiş en güzel sözlerden birinin başlığı olarak "bir kış gecesi eğer bir yolcu", bu blog'un kafamdaki haline çok yakışıyor.

"blogculuk oynamak" çok moda şu an yakın çevrede. bir anda, hatta bir olay yüzünden (okuyucum olup olmadığından şüpheliyim, "malum olay" demenin bir şey ifade etmeyeceğinden korktum), blog yapmak bir ihtiyaç oldu bazı arkadaşlarım için. o arkadaşlarla benzer bir yolu seçmiş olarak, benim de mi böyle bir ihtiyacım var peki?

yoksa başka bir arkadaşımın teklifine uyup, makalelerimizi yayınlayabileceğimiz ortak bir blog mu açmalıydım? yoksa başka başka bir arkadaşımın önerdiği gibi, kocaman bir blog açıp içine hepbirimiz sığışmalı mıydık, "üç isimliler" olarak?

neyden bahsediyorum ben? kim bu arkadaşlar? kimse anlamasın diye yazılmış o romanlardan mı bu blog da? bir kış gecesi eğer bir yolcu gibi yani? öyle mi? öyle kalsın o zaman...

bu blog, anlam ve görev tanımları yapmayı reddediyor. bu satırların sahibinin, son zamanlarda, kendi kimliğinden uzaklaşmak suretiyle anlamsız bir "tanım" tutkusuna girmiş olmasını kınıyor ve modern kalıpları yıkıyor (pek güçlü bir blogcuk kendisi).

bir makale, bir gün özeti, bir serzeniş, bir acı, bir tatlı, bir şarkı, bir öykü, bir oyun, belki de bir koyun... bir adam, bir kadın. bir freddie, bir fuko....blog'umdan bunlar geçecek. belki de geçmeyecek. içinden tren geçen bir blog olsaydı eğer, benimki olsun isterdim. zira toplanmışlıklara tahammül edemiyorum...

bu blog'un bana tahammül yaratacağını umanlar, ben yenilince yenilmiş sayılacaklar, bunu unutmasınlar. kurallar için başvuru danışmaya, danışma "exit" oklarının sonunda...