11 Şubat 2010

"akşam çocuğuna armağan"

(anlam arayışları'nı önce bir kış gecesi'ne, sonra dijitaloyuna taşımaya çalışmıştım, iki çabam da uzun soluklu olmamıştı. anlam arayışları'nın kendine ait bir platformu olacak mı, ya da o yazıları dijitaloyun'a aktarmaya devam edecek miyim bilmiyorum. ama oyungezer'e yazdığım, bir "oyun dergisi"nden çok bir blogda olması gereken yazılarımı -ki o yazıları ilk olarak burada değil de oyungezer'de yayınlayabilmiş olmam, benim için oyungezer'i özel yapan şeylerin en başında geliyor- yavaş yavaş buraya aktarmaya karar verdim. sondan başlayalım. aşağıdaki yazı, oyungezer'in aralık 2009 sayısında, "hayalet gemi" adlı köşesinde yayınlandı.)


AKŞAM ÇOCUĞUNA ARMAĞAN


Bu bir dil meselesi. Kelimeler içinde yüzüyoruz. Kokan kelimeler bunlar. Hepsi farklı şey kokuyor, hepsi farklı yerlerden geliyor. Bu kelimelerden, farklı farklı cümleler kuruluyor. Bu cümleler, bize bir şeyler anlatıyor. Bu cümleler, bize bir şeyler getiriyor. Bu kelimeler, bu cümleler gerçek. Getirdikleri de öyle. Çiçekler getiriyor bu cümlelerin bazıları, üzerlerinde kelebeklerle, çünkü bu cümleler uzun, bu cümleler karmaşık, top oynayan çocukları, toprağı kazan kadınları, yemek yapan adamları, yan yana duran, göz göze bakan insanları anlatıyor. Bazı cümleler kısa. Sert. Tavizsiz. Emir gibi tınlıyor kulaklarda. Kanla, nefretle, gözyaşıyla geliyor. Barut kokuyor bu cümleler. Toprağın kokusunu bastırıyor, kan kokuyor. Rüzgar dağ çiçeklerinin değil, ölümün kokusunu getiriyor.

Bu bir dil meselesi. Bazı kelimelerin kurduğu cümleler çok fakir. Bir gruba söylendiğinde, o gruptaki herkes anlıyor. Herkes o dili biliyor. Ezberlemişler, ta çocukluklarından beri. Anadili, babadili, hocadili, gazetedili, televizyondili... Ne kadar normal değil mi? “Anladığı dilden konuşmak” diye bir tabir var, her gün karşılaştığımız şey işte bu. Anladığımız dilden konuşuyoruz, anladığı dilden anlatıyoruz. Anlayamadığımızın değeri, işte onu hiç anlamıyoruz.

Stephan Micus diye bir müzisyen var, biliyor musunuz? Bir müzik seyyahı bu adam, dünyanın dört bir yanına gidiyor, oraların müziklerini dinliyor, dinlediği müziklerden, öğrendiği enstrümanlardan, yeni müzikler yaratıyor. Hiçbir yere ait olmayan, her yeri kucaklayan müzikler. İş müziklerde bitmiyor ama. Micus şarkılarına söz yazıyor. Kendi uydurduğu, bilmediğimiz, anlayamadığımız bir dilde. Belki, kendisinin de anlamadığı, ama mutlaka bir şeyler anlatan bir dil. Çünkü o da biliyor, bu bir dil meselesi.

Bazı kelimeler, aynı dile ait olmasalar da, yan yana geliyor. Dünya böyle bir şey çünkü, dönüyor, döndükçe üzerindekileri savuruyor. Bir bakmışsın, herkese garip gelen bir yığın kelime, yan yana gelmiş, bir şeyler anlatmaya çalışıyor. Tercüman faydasız, altyazı yok, sözlükler çalışmıyor. Anlaşamadığımızı fark ettiğimiz noktada durup birbirine bakan insanlarız. Ne yapmalı? Anlaşamamakta birbirini bulmak, kelimelerimizi parçalayıp birbirine eklemlemek, hiçbir şeyi reddetmeden yenisini inşa etmeye çalışmak. Olabilir mi?

“Ya o, ya bu”, “içerisi ya da dışarısı”, “sen ya da ben”... Böyle cümlelerin içinden geçtiği, yardığı, paramparça ettiği coğrafyalar var. Dağ, taş, börtü, böcek değil sadece... Dil coğrafyaları, duygu coğrafyaları. Aşklar, acılar, bütün bunlara ait tüm kelimeler. Kelimelerimiz ortadan ikiye bölünmüş, bazılarını sen, bazılarını ben almışım. Acımız ve aşkımızı ortadan bıçak kesmiş, birazını sana, birazını bana vermişler. Kendi anladığımla yetinmişim. Seni anlamıyor oluşumdaki kıymeti bile unutmuşum. Beni anlayan bana yetmiş. Kendi dünyama sıkışmış, eksilmişim.

Bu bir dil meselesi. Bu kendi dilimizin kurduğu cümlelerin kulaklarımızda nasıl çınladığıyla ilgili. Kurduğumuz cümlelerin birazını anlayamamak, ama yine de sevmek, duyduğumuz kelimelere bazen yabancı kalmak, ama kuranlara sarılmak. Aynaya baktığımızda gördüğümüz şeyle ilgili biraz da. Bir zamanların muzaffer komutanlarının yağlı boya portrelerini değil, içimizde taşıdığımız, ama hiçbir yere hapsetmediğimiz ötekilerimizi görebilmek...

KIVIRABİLMEK GEREK
Dans etmek gerek, evet. Dans ederken de alabildiğine kıvırmak. Bizim orada (“neresi?” diye sorma, bilmiyorum) kimse gocunmaz kıvırmaktan, herkes kıvırır. Kıvırmak, kıvrakların işidir, kıvraklık, bu dünyada kıymeti en az bilinmiş değerdir. Kıvrak olmak, aynı anda hem anlamak hem de anlamamak, biraz düşünmek ve bolca hissetmek ama tüm bunları keyifle ve hareket halinde yapabilmektir. Yanınızdakiyle paralel çizgilerde hareket ederseniz, birbirinize asla değmezsiniz. Kıvırırsanız, dokunursunuz. Dokunmak güzeldir. Kıvırmaktan gocunmamak gerek.
Bu bir dil meselesi.
Bazı cümleler nefes nefese söyleniyor. Bazı cümleler, iki dilde yazılıyor, bir bavula koyuluyor, kıvrılarak taşınıyor.



(ayrıca bu yazı [daha doğrusu buraya aktarımı], "kıvraklık" üzerine son konuşmamıza binaen, gazoz'a gitsin)

4 Şubat 2010

şablon gecesi

şu değişikliği bir süre önce yapsaydım, koyunlarla goyunları eşler, ufak kelime oyunlarıyla ortamı ısıtır, mutlu yarınlara tebessümle bakar, baktırırdım. üstelik dergi de fırına yeni sürülmüş olurdu, kokuları ortamı ısıtırdı.

eh meh, şablon değişikliklerinden önce hayat değişiklikleri var (blogger'dan önce allah var gibi), o yüzden koyunlar başı boş otluyor buralarda. aslında küçük prens göndermeleri falan da olurdu belki, ama küçük prensim olmayan bir evdeyim. daha önce küçük prensimin olmadığı bir evim hiç olmamıştı (di mi?).

bir adet çalma listesi (playlist diyor ecnebi buna. ben de öyle) yaptım, içinde "night" geçen muhtelif şarkılardan. arada tahammül edemediklerimi ayırdım, bilgisayarımda olup da bilmediklerimi başka gecelere sakladım.

bir geceye ve ruh halime göre fazla sevimli bir şablon bu, kabul ediyorum. üstelik çok da kullanışsız, okumaktan çok yazması, düzenlemesi. belki yarın değişir, belki bir sene sonra. ama işte night dökülürken, çeşitli seslerde, ama en çok xx'te ve morphine'de, bir tür uyum var burada, zorla yaratılmış da olsa. constant construction and re-construction demişti nazan, ta en başında. ha işte ondan diyorum ben de. mehmet, sosyoloji, dergi dışı..... noktaları, bu yazıyı en az anlayamayan doldursun, kendi kelimeleriyle.

the night'tı, yazdığım şeylerden belki de en acısının adı. bir tür günlük. tuttuğum son günlük. bu blog'un adı da the night olsun. çocuk sesleri kabusları çağırsın. içinde çocukların katil olduğu klişeler görsün bu blog'u okuyanlar. hayatta en çok korktuğum şey, en çok olduğum şey; bu başarısız yaşanmış bir hayatı mı gösteriyor, yoksa hedefine ulaşmış bir hayat mı?

renkli menkli, sevimli ve ciddi, depresif ve gözü yaşlı, öpüyorum hepinizin meme uçlarınızı

3 Şubat 2010

"içimden çıkması gereken bir şey var. yaşadıklarımla hesaplaşmam gerek. şimdi yollarda yalnız kendi kıpırdanışlarımı, kendi haykırışlarımı duyacağım."

"kalıplardan kaçmak için gidiyorum. gitmekten yılmayacağım. kentlere gitmek, kocalara gitmek, geri dönmek, ülkelere gitmek, tımarhaneye gitmek, gene gitmek, gene gelmek, hiçbir şey yıldırmayacak beni. yaşamı, GİTMEK, olarak algılıyorum."

gitmekten yılmamak mümkün mü?

hangi zamanlara/hangi sonsuzluğa

"duygular, duygular, duygular. bırak kentleri, bırak yapıların görkemini, yoksulluğunu, bırak yolları, istasyonları, insanları, yabancıları, sevdiklerini, çocukluğunu, ölen uzaklardaki insanlarını, bırak, bırak, bırak içinde seni kemiren seni bırak. bak nerelere varıyor gökyüzü. hangi zamanlara. hangi sonsuzluğa. GİT."

bu blog'un büyük harfsizliğini tezer özlü'den başka pek kimse bozamazdı herhalde. ya da gitmek dışında pek fiil.

gerçekten gitmek mi? bu gidişler yetecek mi?