12 Ekim 2014

'oldu'


yukarıdaki kelimeyi ingilizce klavyeyle yazdım. artık yazdığım çokça şeyi ingilizce klavyeyle yazıyorum zaten. eskiden sinir olurdum yırtık dondan fırlayan noktalı ı'lara, çengelsiz ç'lere, yumuşayamayan ğ'lere. artık değil. eskiden sinir oldugum pek çok diğer şey gibi, bunu da yapar oldum. kimileri "karaktersiz" diyecektir, ben calvino diyorum: "insan her şeye sanıldığından çok daha kolay alışır."

kim arıyor diyeyim?

üç satır yazdım, bir calvino bir cohen alıntısı. üstelik bu alkollü bir blog yazısı. memleket ertan keskinsoy'un tabiriyle fabrika ayarlarına dönerken, ben ve bir kış gecesi de mi dönüyoruz?

yok, değildir öyle.

ama fabrika ayarlarında olan bir şey var. ekim mesela. ölüm getiren ekim. bana ölümler hakkında blog yazıları yazdıran ekim.

ölüm.

bu sefer türkçe klavyeyle yazdım. türkçe karakterlerle ingilizce karakterlerin pek de fark etmediği bazı durumlar varmış. beklenen ölümler böyle. telefondaki ses "oldu mu?" diye sordu mesela, ben türkçe karakterli duydum, söyleyen için de fark etmiyordu.

evet, oldu. 

yine ekim'de oldu. 2008 ekim'inde şöyle yazmıştım vedat, eniştem, hakkında, çok uzaktan: "kelimelerden ve müzikten inşâ et onu yeniden, sarıl sonra, sarılamadığın tüm seferler için." 

yorum bölümünden cevap vermişti lütfü, eniştem, çok yakınından: "hangi kelimeler ve hangi müzikle..."


benim cevabım death is not the end'di, belki o zamanlar başucu albümüm murder ballads olduğu içindi -- belkisi yok elbette o yüzdendi.

şimdi çok şarkı var aklıma gelen, çoğu ne zamandır dinlemediğim (ama bu yazıya elbette fon veren) leonard cohen'den, who by fire belki ama belki de hallelujah çünkü kutlanacak şeyler var ve onlar hatıralar.

beni ilk kez berbere götürüşün, mesela. ne oldu da bir anda sana hitap etmeye başladım, enişte? hatıralar mı böyle yapıyor? peki enişte, sence bu güzel bir kelime mi? daha önce hiç sorun etmemiştim ama senin hakkında düşündükçe --ki emin ol son haftalarda çokça yaptım bunu -- kulağımı tırmalar oldu bu kelime, enişte. arkadaşlığımızı anlatmaya yetiyor mu gerçekten? isminle hitap etsem olmaz mıydı sana, ya da sorunu tekrar edeyim, "hangi kelimelerle..."

ilk eylemim, mesela, üstelik sınıf politikasıyla. 1. sınıfta, hani, aldığım harçlığı beğenmemiştin ya, grev yapmaya ikna etmiştin beni. pankartlar hazırlamıştık, boktan 93 yılında: "öğrenciyiz haklıyız söke söke alırız!" sonunda başarılı olmuştu grev, yükselmişti haftalık harçlığım, pankartları atma vakti gelmişti ama ben çok korkmuştum, 90ların çocuğuydum nasılolsa ama hoş 2010ların çocukları farklı mı olacak, parça pinçik etmiştim tüm pankartları, haksız mıydım ama enişte (bak yine aynı kelime), ya yakalansaydım polise?

bana öğrettiğin küçük hinlikleri, saksıyı çalıştırmamı istemeni, 100bine kadar saydırmanı, özden bey'e bana öğrettiğin numarayla tokat atmam üzerine beni azarlamanı, aile içinde ne zaman bir tartışma çıksa sana hak verdiğim anları, hepsini işte enişte, biliyorsun. öss'den önce herhalde 1 ay her gün okul çıkışında beni beslemeni, sonra bir gün, daha birkaç hafta varken sınava, "ee düşündün mü sınavın nasıl olacağını, tek tek her anını kafanda yaşadın mı, yapman lazım" demenle kestiğin nefesimi ve uykusuz geçirdiğim o geceyi, ama sonra sınavdan çıkmış taksiyle inönü stadı'nın yanından geçerken seni arayışımı "zordu enişte -yine o kelime- ama yaptım galiba" deyişimi falan, hep hatırlıyorum.

nikahımdaki şahitliğini, sevdiğim kadınla öpüşürken hemen yanıbaşımda çırptığın elleri, o küçük güzel ellerini, ah enişte o ellerini ne çok öptüm biliyor musun bu hafta?

"dilediklerini yaptık...
sarıldık...öptük...
daha sıcaktı...
ama nafile..."


diye not düşmüşsün vedat enişte hakkında yazdığım şeye. sen de sıcaktın. ateşin varken ellerin soğuyordu ama, gelip serum takıyorlar, sonra sen terliyordun. klasik şeyler işte, biliyorsun.


"yok memetçim," demiştin "memleketin insanında diyalektik düşünme kabiliyeti yok ki." ağlamanın diyalektik bir şey olduğunu da ben senin sayende fark ettim, biliyor musun? bir insanın başka bir insanı sevmesinin, severken ağlamasının, ne kadar ağlatıcı bir şey olduğunu, belki kağıt üzerinde biliyordum ama, praksis mi desem, desem kızar mıydın acaba, her ne boksa, medicana hastanesi'nin 12. katında. "bana gamzelerini son kez göster misin lütfü?" cümlesinin ne biçim ağlattığını fark ettin, değil mi, ondan bahsediyorum işte.

ve sonra o son an. sevdiğin kadının, teyzemin, seni öptüğü, senle son kez konuştuğu, benim hem onu hem seni tuttuğum, monitördeki değerlerin hızla düştüğü, alarmların çaldığı, hemşirelerin, doktorların içeriye koştuğu, bizim dışarıya çıkartıldığımız, birbirimize tutunduğumuz o an.

cohen diyor ki, gecenin 4'ü olmuş, clinton street'te müzik devam ediyormuş. istiklal caddesi'nde henüz saat 11'e gelmedi, gece daha çok genç, oysa sen demişsin ki, yine vedat enişte'nin ölümünde

"birazdan güneş yeniden doğacak
ve hep doğacak....."


bilmiyorum enişte. yanılıyor olabilir misin acaba? doğacak mı güneş gerçekten? cohen de sana katılıyor, diyor ki, bir çatlak vardır her şeyde, ışık oradan sızar elbette, ama ondan da şüphe ediyorum ben, daha önce yaptığım gibi.


of enişte, bu oldu mu hakikaten?