18 Haziran 2010

heavy rain: the origami killer












hope is just a distraction...

bir İstanbul manzarasına karşı yazıyorum. deniz ve adalar, ileride, kışla ve camii, beride. yüzlerini birbirine dönmüş binalar, birbirlerini kesen balkonlar, binaların akustiğiyle en aşağıdan en yukarı pürüzsüzce gelen çocuk sesleri, karga sesleri, bizim balkondan diğerlerine giden thom yorke sesi… thom yorke’un sesi, daha doğrusu the eraser’ın, bir sonbahar sesi… birkaç saat önceki gibi şakır şakır terliyor olsaydım, asla beceremeyeceğim, ama şimdi en azından denediğim, hafif esen rüzgarın biraz olsun kolaylaştırdığı bir sonbahar atmosferi, yaratmak istediğim. içeriden pek ilgilenmediğim bir dünya kupası maçının sesleri. maçla ilgilenmiyorum, ama olaylarla ilgileniyorum, goller ya da kırmızı kartlarla, bu detayları hayatının merkezine oturtamayan (hayatının merkezine doğru düzgün hiçbir şey oturtamayan) ama bu detayların bilgisi olmadan yaşayamayan bir modernim ben. antiklerle olan maçım, karşılıklı gollerle sürüyor…

google hizmetlerinin gıdım gıdım kapandığı bir memlekette yaşıyorum. kısıtlamalar arttıkça, google’ın her bir şeyi satın almış olmasından duyduğum salak mutluluğu hatırlıyorum. ulusaşırı kapitalizmle ulus devletin bu savaşı beni sıkıyor, ilerideki adaya kadar yüzüp geleyim istiyorum, bilmiyorum. neticede, bu kelimeleri google’ın blogger’ına değil, microsoft’un word’üne yazıyorum, blogger’ı açabilince yapıştırabileyim diye…

klavyenin tuşlarına her vurduğumda sağa sola salınan ve bu sırada ortamın seslerine (çocuklar, kargalar, thom yorke, dünya kupası…) sesler katan masanın üstünde, boş bir kahve fincanı, bir adet telefon, bir adet müzik aygıtı (thom yorke işte) ve franny ve zooey duruyor. bobby zooey’e şöyle diyor:

“yeter. oyna, zachary martin glass, nerede ve ne zaman istersen, oynamak zorunda hissettiğine göre kendini; oyna, ama bütün gücünle yap bunu.”

ve ben, bu sözlerin aslında bana söylendiğini bilerek, bana söylenmemiş sözleri bir kenara bırakıyorum şimdi. sinan akkol’un burun kıvıracağı, c. serpil ulutürk’ün kısaltmaya çalışana kadar gözünden yaş geleceği, okurların mektup kutularını “şu adamı kovar mısınız, yerine göktuğ yüksel’e birkaç sayfa daha verir misiniz?”lerle doldurmasına sebep olacak bu girişle, oyungezer’den ayrıldığımdan beri ilk kez, bir oyun yazısı yazıyorum…

heavy rain üstüne ilk yazdığımda, yıllardan 2008, aylardan eylül, memleketlerden fransa, havalardan yağmur ve fırtına, duygulardan aşk ve durumlardan ayrılma, bir de vücudun en derinine saplanan bıçaklara karşı çok özel bir sempatim vardı.

çok şey vaat ediyordu heavy rain. adı üstünde işte, bolca yağmur, fırtına, aşk, ayrılık, fransa değil ama amerika ve vücudun her yerine ve tabii ki en derinine saplanan dünya kadar bıçak. gözlerinin içine bakınca bir şeyler, çok şeyler, allahım ne çok şeyler söyleyen bir kızcağız vardı, kızcağız bir casting seansındaydı, rol kesiyordu, o rol keserken arkaplan değişiyor, yağmur başlıyor, o sıradan bir amerikan evinin sıradan bir mutfağında ağlarken, ben “bana playstation 3 aldıracak oyun bu” diyordum, o sıralar senaryosu hakkında hiçbir fikrimiz olmayan heavy rain için.

bana playstation 3 aldıran oyun heavy rain oldu. ama oyunu oynamam hemen olmadı. iki sene boyunca beklediğim oyun çıktığında, ben oyungezer’den ayrılmıştım. oyungezer’den ayrıldığıma ilk pişman olduğum an, heavy rain’in incelemesini yazmayacak olduğumu fark ettiğimde geldi. birkaç ay sonra, henüz playstation 3’üm yokken, o oyunu (herhangi bir oyunu belki de ama en çok da onu, heavy rain’i) oynamanın en doğru, en dolu, en duygulu olduğu yerde, birbirimizi ve heavy rain’i sevmenin ne kadar güzel olduğunu ve bunların birbirine ne kadar çok benzediğini beraber fark ettiğimiz insanla beraber oynadım.

sonra, henüz çok az geçti üstünden, playstation 3 aldım. heavy rain oynadım, ben önceki yazıyı yazdığımdan beri benimle heavy rain oynamak için bekleyen, benimle heavy rain oynaması için beklediğim başka bir insanla. hayatın ve heavy rain’in ne kadar benzediğini fark ettim. hayat, yalnız yenen bir yemek, yanınızda oturan insanların varlığı bir illüzyon, ama yemekten alınan tat da o illüzyondan geliyor, çoğu zaman…

önce o müzik… tüyleri diken diken eden, kamera gözlere kilitlendiği anda kulaklardan kalbe giden acılı yolu kat etmeye başlayan o şey. heavy rain oynamaya başladığımda ilk ona vuruldum.

sonra oyunun görsel gücü. teknolojiden bahsetmiyorum. motion capture’ı pek maharetli, doğru, ama heavy rain’in yaptığı şeyin sırrı tekniğinde değil, sanatında yatıyor. heavy rain’de içine girdiğiniz hemen hemen her sahne, incelikle çizilmiş, düşünülmüş, her noktasına ayrı ayrı dokunulmuş bir güzelliği yansıtıyor. oyunun görsel yönetmenliği, çok güzel bir filmde ve muhtemelen artık çok güzel bir oyunda da olması gerektiği gibi, muhteşem.

heavy rain’in atmosferi, işte bu görselliği ve müziğiyle, oynayanı ele geçiriyor, yaz sıcağının üstüne yağmurları yağdırıyor. tanrı da biliyor herhalde öyle olduğunu, ps 3’ü ve heavy rain’i aldığım bir hafta boyunca yağdı istanbul’un üstüne… zaten “ne güzel bir kasım günü”ydü.

iki kere bitirdim heavy rain’i, bir üçüncü oyunum da yarısında duruyor şimdi, refakatçimin vaktinin olmasını bekliyor. her oynadığımda, başka şeyler oldu. her oynadığımda, başka insanlar öldü. her oynadığımda, başka katilleri oldu. başka acılar, başka pişmanlıklar, başka yerlerime dokundular.

zaten kitabına uygun inceleme yazan bir adam değilim, bilen biliyor, sanırım dergi sınırlarından dışarı çıkınca iyice kaybolmuşum, baksanıza, buraya kadar gelip oyunun konusundan bahsetmedim. gerçi bu yazıyı buraya kadar okumaya zahmet edenler arasında, ethan mars’ın yolculuğunu bilmeyen var mı? madison paige’in? scott shelby’nin? norman jayden’ın? shaun mars’ın?

amerika’nın doğu yakasının yağmurlu güz günlerinde ortaya çıkan, 10 yaşlarındaki çocukları kaçırıp, birkaç gün sonra öldüren, cesetlerin üzerine origami figürü ve orkide bırakan katilin hikâyesini biliyor musunuz?

mutlu evliliği, güzel evi, seçkin mesleği, iki tatlı çocuğuyla, aynaya baktığında kendinden ne kadar da memnun olan ethan mars’ın (“yani, yüzünü sabunlarken aynaya baktığı halde, fırçasının ne yönde hareket ettiğini izlemiyor, onun yerine, doğrudan doğruya kendi gözlerine bakıyordu, sanki gözleri tarafsız bölgeymiş, yedi-sekiz yaşından beri narsisizme karşı verdiği özel savaşta iki cephe arasında kalmış sahipsiz araziymiş gibi.”- salinger), çocuklarından biri kollarında öldükten, diğeri muhtemelen “origami katili” tarafından kaçırıldıktan sonra, gözlerindeki değişimi gördünüz mü? kendini bir sokağın ortasında, yağmurun altında, yapayalnız ve bilincini kaybetmiş biçimde bulduğunda, ona acıdınız mı?

madison paige’i gördünüz mü? uykusuzluğunu kovalayan kabuslarında onunla beraber korktunuz mu? tanımadığı bir adamın gözlerinde gördüğü şeyden, her neyse o, nasıl etkilendiğini, sırf bu yüzden nelere katlandığını fark ettiniz mi? gazetecilik hırsını aşkından ayırt edebildiniz mi?

scott shelby’i tanıdınız mı? o heybetli adamın gözlerinden süzülen yaşlar, yağmur damlalarına karıştığında orada mıydınız? origami killer’ın peşindeki amansız delil takibini saygıyla izlediniz mi? astım krizlerinde, sizin de nefesiniz tıkandı mı?

fbi’ın yıldızı, polislerin belalısı norman jayden’ın kullandığı tekniklerden etkilendiniz mi? peki kriz geldiğinde, uyuşturucu almasına izin mi verdiniz, yoksa iradesini test mi ettiniz? rasyonel doğrularını, inandığı şeyleri savunurken ona destek oldunuz mu?

peki ya shaun mars? o küçük çocuk, üzerine düşen yağmur damlalarını sayarken, her yağmur damlası onu ölüme biraz daha yaklaştırırken, onu kurtarmak için nelerinizi feda ettiniz? ne kadar acı çektiniz? ne kadar acı çektirdiniz? nelerden vazgeçtiniz?

katilin kim olduğunu gördüğünüzde, şaşırdınız mı?
şaşıracaksınız…

***

hava karardı, biraz daha serinledi. artık daha kolay kendimi kandırabilirim, bunun bir güz gecesi olduğuna. istanbul’un güz gecesi’nde nadiren gemi sesleri, uykusu tutmayan karga ve martı sesleri, fazla mesaiye kalan thom yorke sesleri, bir de kendi standardını koruyan masa sesleri…

bahsetmem gereken başka şeyler var. karakterlerin bütün vücudunu hissetmemizi sağlayan kontrollerden, kontrollerin oyuna ne kadar güzel yedirildiğinden...

karakterlerden herhangi birinin ölmesinin, oyunu bitirmediğinden, oyuna o karakter olmadan devam edildiğinden, bunun oyuncunun üstüne ne korkunç bir sorumluluk yüklediğinden…

ama belki de hiçbiri değil söylenmesi gereken… tam şu an, thom yorke şunları diyor:

a self-fulfilling prophecy of endless possibilty
you roll in reams across the street
in algebra, in algebra

the fences that you cannot climb
the sentences that do not rhyme
in all that you can ever change
the one you're looking for

it gets you down
it gets you down

there's no spark
no light in the dark


böyle bir oyun heavy rain. iyi hissettirmiyor. kötü hissettiriyor. bu oyun hakkında söylediğiniz her “olağanüstü”, “muhteşem”, “harika” lafları, sizi daha da aşağı çekiyor.

ben nasıl analyse’a aşık olduysam, heavy rain’e de oldum. heavy rain beni dövdü, parçaladı, yeniden yapıştırdığı parçalarımı yeniden dağıttı, üzerine bastı, kanattı… analyse da öyle yapmıştı.

analyse thom yorke için ya da radiohead için ya da genel olarak müzik için, çok ayrı, çok başka, çok devrimsel bir yerde durmuyor belki; ama heavy rain öyle. yeni bir şey söylemediğimin farkındayım, ama şu çok açık: heavy rain, oyun dünyasına şu ana kadar gelmiş en özel, en farklı şey.

oyun dünyasının ortasına koca bir bıçak saplıyor heavy rain, kanatıyor, ve bundan sonra oyun yapacak olanlara, takip edilebilecek yeni bir yol ve cevaplanması gereken çok önemli bir soru bırakıyor: oyun gibi olmayan bir oyun yapmaya cesaretiniz var mı?

biliyorsunuz, bundan sonrası hardcore, ve bunu yeniden yapmanın bir yolunu bulmak, o kadar da kolay değil…

2 yorum:

Unknown dedi ki...

böyle bi oyun yok çok oyun oynadım ama bu gerçekten çok farklıydı beni benden aldı her bir karakterin içine koydu resmen :) tek bişey sormak istiyorum oyunu dün aldım bugün bitirdim 2. kez oynamaya başladım ve şunu merak ediyorum gerçekten verdiğimiz değişik kararlarla katil değişiyo mu yoksa hep aynı mı :) tşk ederm şimdiden :))

inesis. dedi ki...

=) hayır değişmiyor katil. sevindim oyunu sevmene.