18 Eylül 2010

yılmaz er yazısına gelen son yoruma cevaben

bu veciz örnek aralarda kaynamasın diye, önce ortaya serelim:

"Adsız dedi ki...
Merhaba, acikcasi yazini saskinlik icinde okudum. Ama saskinliginim sebebi senin tahmin ettigin bir nedenden dolayi degil. Ben de ayni liseden mezunum ama senden cok uzun zaman once mezun oldum ve sozunu ettigin hocayi elbette taniyorum. Boyle bir olay basindan gecmis olabilir ve olay sirasindaki davranislarini 17 yasinda olmana ve buyuk ihtimalle ailende milli egitime soz gecirebilecek birilerinin olmasina bagliyorum. Fakat ben senin mezuniyetinden sonra gecen 6 yilda mezun oldugun 'yuva' ni yasadigin tek bir olay icin insanlara boyle kotu tanitmana akil erdiremedim. Farkindaysan lisemizin puani giderek dusuyor, bunun bir nedeni de senin gibi mezunlarin okulu disardan insanlara kotulemesi. Tamam, hersey mukemmel miydi okulda?
Evet degildi ama bir devlet okulunda para vermeden okudugunu biraz unutmus gibisin. Diyeceksin, ama neden galatasaray lisesi , kadikoy anadolu, istanbul lisesi falan okul boyle degil, onlar da devlet okulu..Cevabi cok basit: mezunlarin sadakati ve bagislari.Bu okullardan mezun unlu kislierin okul anilarini okumani oneririm. Onlarin basindan buna benzer bircok olay gecmistir. Fakat bu gibi olaylarda 'sirtlari' olmadigi icin, senin yaptigini yaptiklarini sanmiyorum. Hadi boyle bir olay yasadin ama 6 yilda biraz olgunlasip olayi daha saygin bir cerceve icinde iletmeni ve okulun efsanevi bir ogretmenini iyi yanlariyla ve kotu yanlariya anlatmani beklerdim. Iyi gunler.

09 Eylül 2010 22:58"



merhaba "sadık" mezun "adsız" bey/hanım,

doğrusu kişisel olarak size sinir olmak dışında, ciddiye alabileceğim pek bir şey yok mesajınızda. ama türkiye'de "eğitim"den anlaşılan şeyi o kadar güzel özetlemişsiniz ki, size bir şeyler yazmak istedim. bu yazıda sizden bahsettiğim cümleler, aslında türkiye'de çok yaygın olan bir bakışı gözler önüne sermek için kurulacak, kendinizi çok özel hissetmeyin ya da kişisel almayın lütfen.

"kol kırılır yen içinde kalır"cı bir gelenekten geliyorsunuz sanırım. öyle olmasaydı, okulum hakkında yazdığım şu
"nişantaşı anadolu lisesi'nde 1997-2004 yılları arasında okudum. 2004 yılının mart ayına kadar, okulumu çok sevdim. hâlâ en yakınımda olan insanların çoğunu, o yıllarda tanıdım. küçük bir okuldu, herkes birbirini tanırdı, bu gizlinizin saklınızın pek olmaması anlamına gelse de, aynı zamanda birçok yakınınız olması anlamına gelirdi, ki bu yakınlara hocalar da dahildi. çok fazla eksiği vardı, ortaokul yıllarında matematik, lise yıllarında ingilizce derslerimizin çoğu boş geçti, nişantaşı'nın ortasında bir okul için garip-gerçekleri vardı, kaloriferlerin tesadüfen yanması, basket oynayacak karşılıklı iki potasının yıllarca olmaması gibi... ama bütün bu eksikler, okul seçimim konusunda 7 sene boyunca pişman etmedi beni. istediğiniz gibi konuşabileceğiniz hocalar, birbirini anlayabilen insanlar, nişantaşı anadolu lisesi'ni yaşanabilecek bir yer haline getiriyordu ve arkadaşlarımın çoğu da benim gibi düşünüyordu."

paragrafı görmezden gelmez, beni nişantaşı anadolu lisesi'ne karşı hakkaniyetli davranmamakla suçlamazdınız. anlayıştan ve empatiden yoksunluğunuz, hocası tarafından hırpalanmış, tehdit edilmiş, vb. bir öğrencinin 7 sene okuduğu okulundan geriye ağzında kötü bir tat kalmış olmasını anlamayışınızdan belli. hak arama denen kültürden nasibinizi almamış olduğunuzu, hocasından şiddet gören bir öğrencinin ancak "arkası" olursa bir şeyler yapabileceğini söylemenizden anlıyorum.

doğrusu hayır, lisemizin puanının git gide düştüğünün farkında değildim. açıkçası bu duruma üzüldüğümü ya da sevindiğimi söyleyemem. türkiye'de genel olarak gözden kaçırılan, sizin de gözden kaçırdığınız şey, "puan" denen şeylerin aslında "gerçek" öğrenciler olduğu. "nişantaşı anadolu lisesi'nin puanlarının düşmesi", geçmişe göre sınavlarda daha düşük puanlı öğrencilerin okula girmekte olduğudur. ve ben, yüksek puanlı öğrencilerle düşük puanlı öğrenciler arasında, insaniyet namına bir fark görmüyorum. dolayısıyla, şiddet-sever hocalar, onları kollayan yöneticiler ve riyakâr iş arkadaşlarıyla karşılaşan öğrencilerin hepsine üzülüyorum, düşük ya da yüksek puanlı olmasına aldırış etmeden. bu yazıları yazıyor oluşum, nişantaşı anadolu lisesi'ne gitmek üzere olan öğrencilerin, neyle karşılaşma ihtimalleri olduğunu göstermek, belki de bazı mezunların bu konuşulmayan şeyleri konuşmaya başlamasını ve böylece bir şeylerin değişmesini ummak içindir.

çünkü, sayın "sadık" mezun "adsız" bey/hanım,

sandığınızın aksine, kurumlar, içlerindeki insanlar olmadan, hiçbir şey ifade etmezler. siz eğer nişantaşı anadolu lisesi'nin namını, içindeki öğrencilerin mutsuzluğuna rağmen çoğaltma taraftarıysanız, içindeki hocaların şiddet gösterileri ve yöneticilerin yalanlarını saklayarak "puanları" yükseltme niyetindeyseniz, kusura bakmayın ama nişantaşı anadolu lisesi'nin başarısızlıklarına bir başka örneksiniz. "sadakat" dediğiniz şey, okula yapılan maddi yardımla değil, okulda karşılaştığınız haksızlıkları ortaya dökerek, bunlar düzelsin diye çabalayarak ve eğer düzelmiyorsa, başkalarını uyararak geçer.

çünkü, sayın "sadık" mezun "adsız" bey/hanım,

sadakat binalara değil, insanlara gösterilir. nişantaşı anadolu lisesi'nin birkaç kıymetli hocası bunu bana göstermeyi başarmış, ama siz belki onlara denk gelmemişsinizdir. belki siz de okul yıllarınızı yeniden düşünseniz iyi olur... eğer bunun için çok geç kaldıysanız, şu an nişantaşı anadolu lisesi'nde okumakta olan ve hâlâ dayakçı hocalarını koruyan bir müdüre sahip öğrencileri düşünün. belki siz de bir şeyler söyleme ihtiyacı duyarsınız o zaman.

iyi günler

k. mehmet kentel
nişantaşı anadolu lisesi 2004 mezunu

sonradan gelen not: başka bir mezun arkadaşımdan öğrendiğime göre, okul müdürü bakiye öğmen cağaloğlu lisesi'ne atanmış.

17 Eylül 2010

iki ağaç arasında tesadüfler...

huzursuzum.

eve gelmeden önce, bir arkadaşıma, eve dönmekten hoşlanmadığımdan bahsettim. gece dışarıda takıldıktan sonra eve dönmekte, tam anlamlandıramadığım ama beni rahatsız eden bir şeyler olduğunu söyledim. bir anlamsızlık hissinin içimi doldurduğunu, dışarıda olmanın da, içeri gitmenin de benden soyutlandığını, garip bir boşluğa düştüğümü düşünüyordum bunları söylerken. o da benzer şeyler hissettiğini söyledi. bu kadar kişiselmiş gibi görünen şeyleri paylaşıyor olmak, birbirimizi yanlış anladığımızı (ve yanlış anlamalarda buluştuğumuzu) mı gösteriyordu, bilmiyorum. "eve yürürken, her şey sakinleşir, hızlı geçen son saatler yeniden yavaşlar ve hayat berraklaşır. berraklaşan hayat da, tüm huzursuzluğunu ortaya çıkartır."a benzer bir şeyler söyledi, ben söylemiş olsam, en azından, bu şekilde söylerdim...

"after every party I die" çalarken eve döndüm. eve dönünce foals çalmaya başladım, dünden beri o çalıyordu.

sosyal medyalar önüme serdi paylaşımlarını. bir arkadaşım, nazım hikmet'ten gelmişti, o en etkili sözleriyle:

"...bakkal karabetin ışıkları yanmış
affetmedi bu ermeni vatandaş
kürt dağlarında babasının kesilmesini
fakat seviyor seni çünkü sen de affetmedin
bu karayı sürenleri türk halkının alnına..."

yanında hrant'ın cenazesinden bir fotoğraf vardı. kendimi seçtim. yüzbinlerceydim. bir hiç kaldığımı fark ettim.

dışarıdayken konuşmuştuk zaten, biliyordum, ama okuyunca başka oldu, "iyi çocuklar" hâlâ sahnedeydi. insanları öldüren mayınlar ve yanlarında bulunan tsk çantaları. şemdinli'de bomba patladığında neler yapmakta olduğumu düşündüm. içim sıkıştı.

sonra üzerinde bayrak olan bir formayı giyenleri sevmenin ezikliğiyle, ama heyecanla ve coşkuyla izlediğim basketçilerin prim mevzularını okudum. hayatın insanı doğru zamanlarda pişman ettiğini hatırladım.

foals'un 2 trees'ini dinledim. "just breathe slow" dedi. beceremedim.

***
huzursuzum.

eve dönmek huzursuz bir şey. neyse ki, evden gidiyorum şimdi. gece dışarıda olmamın sebebinin, arkadaşlarla veda yemeği olması ise, sadece bir tesadüf.

2 Eylül 2010

bu bir referandum yazısı değil

biliyorum, elbette, tanımlar, herkese başka bir şey söyleyebilir. kategoriler, çok fazla şeyi dışarıda bırakır. insana ait olan şey, genelde söylen(e)meyenlerde saklıdır. yine de şaşırıyorum.

sosyal bilim okumuş, az buçuk siyaset üzerine düşünen, az biraz aktivizme bulaşmış, üç-beş eyleme katılmış insanlar kümesinin içinde, farklı değişkenler üzerinden ayrılabilir insanlar. en kabasını sol/sağ ayrımında bulur bu değişkenler, pozitivizme olan bakışından, neoliberalizm eleştirilerine kadar çeşitlenebilir. solcu/sağcı/marksist/postmarksist/modernist/postmodernist/yapısalcı/postyapısalcı/liberal/komüniteryen/ sosyalist/anarşist vs vs şeklinde sıralanabiliriz, bazen o bazen diğeri oluruz, hiçbir kategoriye sığmayız, taşarız ama neticede bunların hayatımızda üç aşağı beş yukarı yönlendirici etkisi vardır, her şeyi değilse de bazı şeyleri anlatır bizim hakkımızda...

ben şimdi bu kategorilere ve etrafıma baktığımda, kendimi tamamen aynı kategoriler içinde gördüğüm, aynı hassasiyetlerle sokaklara döküldüğüm, beraber iş yaptığım insanların, referandumda "evet", "hayır" ve "boykot" arasında dağılmış olduğunu görüyorum. "hayır diyenler şöyledir", "evet diyenler böyledir", "boykotçular zaten..." şeklinde başlayan hiçbir cümleye uymadığını biliyorum arkadaşlarımın.

bu evet, kategorilerin bir boka yaramadığını gösteriyor neticede, ama bir yandan da referandumun saçmalığını mı anlatıyor?

sırf bu yüzden, boykot mu etmeli acaba, kafalarımızı bu kadar karıştırdığı için?

referandum dediğin zaten, sonsuz ihtimalli bir oyun olan siyaseti iki seçeneğe indirmek demek olduğuna göre, hak ettiği tek seçenek boykot, olabilir mi?

bu bir referandum yazısı değildi, gerçekten, sadece, ben kendimi çok yalnız hissediyorum tüm bu muhabbette...