9 Aralık 2008

5 Aralık 2008

total war'da anlam arayışları

[anlam arayışları bir giriş: oyungezer'de yazmakta olduğum, "oyun çalışmaları denemeleri" çiziktirdiğim "oyunlarda anlam arayışları" köşesini yavaş yavaş blog'a da taşımaya karar verdim. dergi okuru olmayan ama bir kış gecesi'nin okuru olan kişilerin de yorumlarını duyabilmek hoş olacak diye düşünüyorum.] 



(bu yazının kısa bir hâli ilk olarak oyungezer'in kasım 2007 sayısında yayınlanmıştır.)

Büyük laflar etmeye başlamadan önce, bir soluklanmak gerekiyor herhalde. Bir zamanlar bir dosya konusuna başlık olan “Oyunlarda Anlam Arayışları”, devamlı bir bölümün ismine dönüştü. Hakkında “başka türlü” yazmak isteyeceğimiz oyunlar oldukça, içinde grafiklerden ya da oynanabilirlikten bahsetmek zorunda olmadığımız oyun incelemelerini ağırlayacak bu bölüm. Daha doğru bir tabirle, ‘oyun eleştirileri’. Amatörlüğümüzü de hesaba katarsak, ‘eleştiri denemeleri’... Beraber deneyeceğiz, bakalım böylesi mümkün mü? 


İlk sayı için Medieval 2: TW’nin Kingdoms eklentisini seçerken, kafam oldukça netti aslında. Sıkı bir TW oyuncusu olarak, hiçbir somut örnek gelmese de aklıma, söylemsel açıdan sıkı biçimde çözümlenebilecek, Batı-Doğu kurguları eleştirilebilecek, Edward Said’in meşhur “Şarkiyatçılık” (Oryantalizm) teorisiyle birleştirilince hakkında keskin ve güçlü bir yazı yazılabilecek bir oyun olduğuna emindim. Oysa oyunu bu gözle okumaya çalıştıkça gördüm ki, asıl “kurgucu” bendim. Kafamdaki teoriyi, zorla bir oyuna giydirmeye kalkmıştım. Bazı yerleri bol gelmiş, bazı yerleri sıkmıştı, ama sanki birkaç yeri de uyuyordu. Böylece “Oyunlarda Anlam Arayışları”, bir kafa karışıklığının izini sürdü ilk sayıda. Eh, anlam arayan bir gezginin kafasının karışık olması normal herhalde, değil mi?


Öncelikle, Şarkiyatçılık’tan –kabaca- ne anladığımıza bakalım. Edward Said’in tanımına göre, Şarkiyatçılık Batı’nın Doğu’yla ilgilenme yöntemidir. Şarkiyatçılık, Batı’nın Doğu’yu öğrenmesi, onun hakkındaki bilgiyi tekeline alması, o bilgiyi yeniden Doğu’ya öğretmesi, bu yolla Doğu’yu yeniden yaratması ve Doğu üzerinde otorite kurmasıdır. Said’e göre kökleri Homeros’a kadar izlenebilecek, ama 16. yüzyıldan itibaren, Avrupa’nın sömürgecilik periyoduyla yeni bir boyut kazanmış olan Şarkiyatçılık, Batı tarafından üretilmiştir, ancak sadece yalanlardan oluşmaz. Daha çok, çeşitli bilgilerin genelleştirilmesi, gerek Batılı gerek Doğulu zihinlerde birer önyargı aracı haline getirilecek şekilde, Doğu kimliğiyle özdeşleştirilmesi yoluyla çalışır. Şarkiyatçılık, farklılıkları görmez, basitleştirir, genel tanımlara indirger. Şarkiyatçılık Doğu için, Batı’nın kendi fantazilerine bulanmış, kendi kolonyal ve emperyalist amaçlarına uygun bir kimlik yaratır ve bu kimliğin değişmezliği varsayımıyla hareket eder. Çok geniştir Şarkiyatçılığın faaliyet alanı: Makalelerden romanlara, gündelik dilden devlet yazışmalarına, sinemadan müziğe ve şüphesiz, oyunlara; çok katmanlı ve çok yaygın. (Burada kullanıldıkları biçimleriyle, ne Doğu ne de Batı birer coğrafi tanım. Bunlar daha çok “fikir”, ama bir sosyal gerçekliğe de işaret ediyorlar.)


Peki bunların ışığında, ne söyleyebiliriz M2: TW Kingdoms hakkında? İnsanın aklına hemen Crusades senaryosuna bakmak geliyor kuşkusuz. Crusades’de bu yazı adına önemli olan şey, her ne kadar en saf haliyle “medeniyetler çatışması” (bakınız Samuel Huntington) örneği işlenmekte olsa da, oyundaki faction’ların sadece dinsel faktörlere göre hareket etmiyor oluşu. Günün pragmatik çıkarları, blokları aralarında bölüyor. Dolayısıyla, Haçlı Seferleri çoğu zaman sunulduğu gibi –ki tarihsel olarak yanlıştır- Haç ile Hilal’in mutlak savaşları olarak değil, içinde birçok başka hesabın olduğu, farklı ittifakların yaşandığı, sosyal ve ekonomik arka planı olan bir tarihsel dönem olarak sunuluyor. Müslüman faction’lar kendi aralarında ayrışıyorlar örneğin, bu Şarkiyatçılık söyleminde çok kolay bulunabilecek bir özellik değil (tabi oyun yapısı adına böyle olmak zorunda). Aslında düşündükçe, baştaki varsayımımın ne kadar hatalı olduğunu görüyorum. Tarihteki çoğu halk topluluğunu, yaşayan, devam eden, değişen bir tarihselliğin içine oturttuğunuz zaman (maddi hatalar yapsanız bile), bu grupları kısa tanım cümlelerinden kurtarma ihtimaliniz artıyor. Oyunda bile gözüküyor ki çünkü, 1200’deki Türkler’le 1400’deki Türkler aynı değil. Aynılarını Hristiyan halklar için de söyleyebiliriz tabi. Oldukça gelişmiş medeniyetler olarak gösterilen Doğu toplumları, Şarkiyatçılık’ın hiç yapmayacağı şekilde, karmaşık, heterojen yapılar olarak çıkıyorlar karşımıza.


Kingdoms’ın buradaki istisnası, Americas Campaign’ini oynayınca ortaya çıkıyor. Amerikan yerlilerini ve onlar hakkında geliştirilmiş söylemi “Doğu” (“Batı’nın ötekisi olarak) kavramının içinde okursak eğer (Stuart Hall okuyabileceğimizi söylüyor), Kingdoms’ı şarkiyatçı olmakla suçlayabiliriz, zira diğer senaryolarda yaptığı “tarihselliğin içine yerleştirme” işini pek yapmıyor. Christopher Douglas’ın dediği gibi, Amerika’nın kuruluş miti, Avrupalı yerleşimciler kıtaya ayak bastıklarında orada “1) kimsenin olmadığı, 2) olanların da az gelişmiş vahşiler olduğu” şeklindedir. Kingdoms’daki Apaçiler bu yerlilerden biri olarak, gerçekten az gelişmeye mâhkum oluyorlar oyunda, zira Apaçilerin teknoloji ağacı çok sınırlı. Total War oyuncuları bilir, yeni binalar olmadan bir faction gelişemez. Bir yerden sonra Apaçiler için yapacak hiçbir şey kalmıyor, adam basmak ve saldırmak dışında. Şimdi burada şuna dikkat etmek gerekiyor. Apaçiler gerçekten teknolojik anlamda geri kalmış bir halk olabilir. Ancak devinimin sadece teknoloji yoluyla gerçekleştiği oyunun yapısı göz önüne alındığında, bu durum Apaçileri 1500’te sabitlenmiş bir halk haline getiriyor, ki bu yanlış; hiçbir halk için böyle bir şey söylenemez. Elbette buradan Apaçilerin oyunda başarılı olamadıkları sonucunu çıkartmamak lazım. Mesele, o başarının nasıl sunulduğu: Medeni olmayan, ilkel, kültürel zenginlik yaratamayan bir toplum. Bu açıdan Batı’nın genel bakışı açısının dışına çıkamıyor Kingdoms.


Apaçiler için tespit ettiğim ve aslında tüm modern çağ öncesi stratejiler için genelleştirilebileceğim bir gözlemim de, “merkeziyetçilik ve devlet/millet” eşliğini sunuş biçimleri. Bu konularda oyunlar –yine yapısal zorunlulukların etkisiyle şüphesiz- birkaç tane çok yanlış varsayımda bulunuyorlar ve üstelik bu varsayımların ideolojik yansımaları da var. Şöyle ki, modern devlet, merkeziyetçi, şiddet araçlarını tekeline almış, sınırları belli olan bir örgütlenme olarak, en iyi ihtimalle 17.-18. yüzyıllarda ortaya çıkmış bir “icat”tır. Bir toprak parçası üzerinde yaşayan insan topluluğunun kendisini, diğer insanlardan belli tarih, dil ve kültür farklılıklarıyla anlatmaya başlaması ve kendisine “millet” demesi ise ancak Fransız Devrimi sürecine ve “ulus-devlet” kavramının ortaya çıkmasına denk gelir. Ve milliyetçiliğin en büyük başarısı, tarihselliği bu kadar açık olan millet ve devlet kavramlarını, tarihten uzaklaştırıp, sanki bu kavramlar ‘doğal’larmış, sanki insanlık doğduğundan beri hep böyle olmuş, bugün “millet” dediğimiz kavimler yüzyıllar önce de aynı bugünkü gibi “millet”lermiş ve merkeziyetçi bir devlet tarafından yönetiliyormuş gibi anlatmasıdır. Bu söylemin peşinden giden neredeyse tüm oyunların ve tabi özellikle stratejilerin de bu anlatıma destek verdiğini söyleyebiliriz bence. Özellikle dağınık kabileler halinde yaşayan, aralarında bağlayıcı bir hiyerarşi olmayan Apaçiler için, Total War’un önerdiği, diğer kavimlerden hiçbir farklılığı olmayan, tek bir merkezden yönetilen, başkenti olan, orduları merkezi idareye bağlı, vs. bir anlayışın çok yanlış (anakronistik) olduğunu belirtmek lazım.


Yine de Total War gibi yapımların başta da söylediğim faydalarını görmek mümkün. Tarihi kullanarak, daha önce basite indirgenmiş, hiç değişmediği varsayılmış topluluklar için bir “tarihsellik” yaratılıyor bu oyunlarda. Bunun da, oyuncuların “şarkiyatçılık” ve “medeniyetler çatışması” söylemlerine karşı eleştirel bir duruş geliştirebilmeleri adına önemli olduğunu düşünüyorum.  


Okunası: Edward Said, Orientalism (1978)

Christopher Douglas, "You Have Unleashed a Horde of Barbarians!": Fighting Indians, Playing Games, Forming Disciplines, (2002)

Stuart Hall, The West and the Rest: Discourse and Power (1992)


4 Aralık 2008

bir kış gecesi seymour bir giriş ya da yükseltin tavan kirişini marxistler!

eylül'ün blog'una uğramıyordum ne zamandır, hatta ne zamandır pek yoktu bloglara uğradığım, kendiminki de dâhil.  bir kış gecesi hakkında birkaç karara gebe olan bu gece, eylül'den pek güzel bir şey öğrendim. david harvey'nin kapital dersleri online olmuş, hoş olmuş. 

buralarda kalan birkaç okur da atlamasın istedim.

bir de asıl olarak bu formatta bir post istedim bir kış gecesi'nde, nasıl olacağını merak ediyordum.

bu da bahanesi:


22 Kasım 2008

şeyler... ne çok şeyler...


bir buzdolabı, şüphesiz, ne çok şeyi değiştirirdi... bir fırın, küçük olsa da yeterdi...

bir masa lambası, bir de koltuk... evdeki gibi...

güzel bir bisiklet, bir poster, belki bir magritte takvimi...

şarap şişeleri, boşlar ve dolular... antibiyotik kutuları, boşalanlar... aralarındaki gizli orantı, bir kulak sızısı.

bir adet şeyler.
bir adet bordeaux, bir sokak arası, sarı yapraklar, sarı ışıklar, sarı sayfalar...

en sonunda bordeaux'ya yerleşen şeyler...

bir mp3 çalar, bir rüzgar, rüzgarda dağılan uzun saçlar. bir berber makası...

yükler, yüklenenler, yüklemler, yüklemsiz cümleler. 

iki tren bileti, bir gidiş, bir dönüş. üç şehir.

bir tindersticks bileti. iki kişilik. 

yağmasalar bile yağmur damlaları, şehirlerarası...




29 Ekim 2008

hayat ne garip ölümler falan...

güzel birkaç kelime düşün, yaz, kağıda ya da aklına... güzel birkaç kelimeyle an onu... ölmüş... aniden, uyurken, kalp krizinden...

kelimelerden ve müzikten inşâ et onu yeniden, sarıl sonra, sarılamadığın tüm seferler için.

öp iki yanağından, iyi uykular dile.

iyi uykular enişte...


15 Ekim 2008

14 Ekim 2008

ramon tamir atölyesi çizer arıyor!

"bana bir ramon çizer misin?"

şimdi böyle şeyler nasıl söylenir pek fikrim yok, o yüzden hoppadanak dalıyorum konuya. oyungezer'in dip bir köşesine saklanmış ramon tamir atölyesi, hafiften o köşeden çıkmak, ortalığa karışmak, belki daha süreli ve düzenli bir blog'a, belki de çoğaltılıp dağıtılacak bir fotokopi yayına dönüşmek istiyor... aslında asıl isteği bu değil, asıl isteği çizgilere kavuşmak, hikâyelerini kelimelerin yanında çizgilerle de anlatmak. hazır çizgiye gelmişken (söze gelmek gibi), neden mecrasını genişletmesin ki diye düşünüyor sadece.

ramon tamir atölyesi'ni hali hazırda seven, ya da ramontamiratolyesi.blogspot.com'a şimdi bakıp "aa ilginçmiş" diyen biriyseniz, üstelik de çiziyorsanız, bana bir mail atmak istersiniz belki (mehmet@oyungezer.com.tr)
. neler yapılabileceğini konuşuruz.

not: başlık için lillith'e teşekkürler ve sarılmalar en fazlasından...


2 Ekim 2008

düş...


hızla koşarken, düştü.
düştü...
düştü...
düş...
düş...

...düşünde bir düşte düştüğünü gördü.

(müzik için nick cave & warren ellis'e, çizim için mert'e [lord duxus]  teşekkürler...)
Boomp3.com

16 Eylül 2008

defter/remember a day

24 temmuz 2008, istanbul

"hayır, her şeyi bir arada tutan boşluktur. her farklı örnekte kendine özgü bir tarzda... boşluk durmadan biz ressamlara oyun oynar. biz de bu yüzden boşluğa dua ederiz." (john berger)

9 eylül 2008, bordeaux

defter olmak garip bir şey olmalı. defter, başlı başına garip ve yazmanın doğası hakkında hem aydınlatıcı, hem de kafa karıştırıcı bir çok sırrı sayfalarının arasında saklıyormuş gibi duran bir şey. bir zamanlar, dünyanın tüm defterlerinin, tüm dünyanın hikâyesinin anlatıldığı tek bir defterin küçük parçaları olduğuna inanırdım. evrensel olana inancım kayboldukça bu tip fantastik inançlarımın da kaybolacağını sanıyordum ama hayır, kaybolmamış. bu defter, bütün hikâyenin bir parçası. ama hikâye postmodern bile olamayacak kadar anlamsız, belki...

aslında şöyle başlayacaktı bu sayfayı dolduran siyah şekiller: "bugün, hayatımda hiç almadığım dünya kadar şey aldım: 'ketıl', yastık kılıfı, yorgan kılıfı ("nevresim" diyorlar kendisine), çatal-bıçal, elektrikli soba, vb."

ama bu sayfa bunla başlamadı, çünkü bu cümle zihnimde kurulduğunda, defterin garip varoluşu canlandı aynı zamanda aklımda. defterin ne çok şey bildiğini düşündüm, defterin ne kadar cahil olduğunu düşündüm.

deftere bugün neler aldığımı anlatmanın bir faydası yoktu, bir sayfa önce almam gerekenler, yanına atılmış 'tik'lerle beraber duruyordu zaten. defter düşünmüyordu, ama biliyordu. her şey ilk ona söyleniyor, ilk sırdaşlığı o yapıyordu her zaman.

ama bir yandan da, ne kadar cahildi. deftere yazılan kelimelerin, bir alışveriş listesinin ya da "it was the best of times. it was the worst of times"ın ya da tutkulu bir aşk mektubunun sonucunun ne olduğunu, tamamının sahip olduğu ilişkisel önemin -evet, alışveriş listesinin bile- ne kadarının gerçeğe dönüştüğünü bilmiyordu...

alışverişe paranın yetip yetmediğini, alışveriş sırasında yeni bir kadınla tanışıp tanışılmadığını, zamanları okuyanların ne tepki verdiğini, aşk mektubunu okuyan kadının titreyen göğüslerini, kızaran yanaklarını, dolan gözlerini bilmiyor defter. bilemez. 

koca bir cahilsin defter, sen ne dersen de, öylesin. 
zaten sen bir bok da demezsin...

14 eylül 2008, paris

farkında değildim. inanması zor ama, gerçekten farkında değildim, bu sabah fark ettirilene kadar....15 ağustos'ta çıkmışım yola. istanbul'dan konya'ya. 17'sinde konya'dan göcek'e geçmişim. 23ünde oradan marmaris'e. kendi başına bir tür yolculuk hikâyesi olan tekne tatilinden sonra, 31'inde istanbul'a gelmişim. istanbul'da yedi telaşlı ve heyecanlı günden sonra, 7 eylül'de bordeaux. şimdi de ayın 14'ü ve ben fransa'da hiç görmediğim, masmavi, tek bir bulutun olmadığı gökyüzünün altında ve jardins du luxembourg'un ezilen çimlerinin üzerinde, bu 'yol hikâyesi'ni düşünüyorum.

defter, saatleri ayarlama enstitüsü'nün üstünde. son bir aydır yaptığım tüm bu garip yolculukların bir parçasıydı kitap, ...., son sayfalarının okunmasını bekliyor şimdi. oysa ben kitap okuyamıyorum. sürekli etrafı izlemek istiyorum, görmek istiyorum, gördüklerimi yazmak istiyorum. bu inanılmaz koşturma içinde, sabitlerin kaydını ben tutayım istiyorum. yazmak, benden fazlasıyla bağımsız ilerliyormuş gibi gözüken, farkında bile -belli ki- olmadığım bu süreci yeniden "benim" yapacak diye umuyorum. oysa tek yaptığım, görüntüyü yansıtan yeni aynalar çizmekten ibaret. sayfalarda kurşun kalem izleri, aynalarda sonsuz görüntüler birbirlerine giriyor, her şey iyice anlaşılmaz bir hâle geliyor. 

bir ayda yaptığım tüm yolculuklar...
....
nereye gidiyor?

16 eylül 2008, bordeaux

"remember a day before today
a day when you were young
free to play along with time
evening never comes

sing a song that can't be sung
without the morning's kiss
queen, you shall be it if you wish
look for your king
why can't we play today?
why can't we stay that way?"





17 Ağustos 2008

köye dönüş

ilk kez köye gitmek, köye dönmek sayılabilir mi?

"köy"deyim. yolların başladığı yere döndüm. yolların en karıştığı anda, burada olmak gerekirdi zaten bir roman estetiği yakalamaksa hayattaki amaç.

oysa yolların başladığı yerde hayat yok. yolların başladığı yerde su bitmiş. yolların başladığı yeri kara kara sinekler sarmış, suya değil ama insanın pisliğine geliyorlar.

ben yolların başladığı yerdeyim ama,
hiçbir şey yerli yerinde değil. hiç değil.

how many times have i been here
how many times was i lost
and how many times i'd be lost in the sea

17 Temmuz 2008

ceci n'est pas un film, o halde çalın!

Thu, Jul 17, 2008 at 4:56 AM
the incomparable language of the death's-head: total expressionless-the black eye of the sockets-coupled with the most unbridled expression-the grinning rows of teeth.

someone who, feeling abandoned, takes up a book, finds with a pang that the page he is about to turn is already cut, and that even here he is not needed.

gifts must affect the receiver to the point of shock.

walter benjamin, one-way street, 1928.

[noktablogspotcomsoruişareti]

Thu, Jul 17, 2008 at 1:19 AM

this is a film about a man and a fish
this is a film about the dramatic relationship between man and the fish
the man stands between life and death
the man thinks
the horse thinks
the sheep thinks
the cow thinks
the dog thinks
the fish doesnt think
the fish is mute, expressionless
the fish doesn't think
because the fish knows everything...

everything...

emir kusturica, arizona dream, 1993. 

[noktablogspotcomsoruişareti]

Wed, Jul 16, 2008 at 5:52 AM
parçalarınızı çalın!
parçalarınızı çalın!
enstrümanlarınızı çalın!
parçalarınızı çalın!
kendi parçalarınızı çalın!
üşenmeyin, çalın!
fareleri bırakın
çalın!
iki üç kişi, tek başına,
yedi kişi çalın
üst üste kaydedip çalın
programlamayın, çalın!
hep aynı şey tekrar edecek de olsa
pattern yapmayın, çalın!
üşenmeyin, çalın!
hatalı çalın, edit etmeyin
koşun, çekin
quantize etmeyin
onla bunla karşılaştırmayın
komplekslenmeyin, çalın!
"adamlar..." demeyin, KONUŞMAYIN!
çalın!

parçalarınızı çalın

enstrümanlarınızı çalın

ÇALIN!

serdar ataşer, avdet seyri, 1989.

[noktablogspotcomsoruişareti]

10 Temmuz 2008

istemeyerek...


bir kış gecesi'ne yazmıyor olabilirim ama bir kış gecesi'ni düşünüyorum. çok fazla hem de... her gece, yaz ya da kış, bir kış gecesi'ni düşünüyorum. eğer bir yolcu'yu düşünüyorum. bir kış gecesi eğer bir yolcu hayatıma dair o kadar çok şey söylüyor ki. tam da bir blog'un en ideal biçimde yapması gerektiği ve aslında asla yapamayacağı gibi. asla yapılamayacak olan şeyi yapıyor bir kış gecesi eğer bir yolcu, konuşmayarak, durarak, geri dönerek, yazdıklarını okuyarak, sanki başkaları yazmış gibi altlarını çizerek, sağına soluna soru işaretleri koyarak, yabancılaşmalarına yabancılaşarak... kendini okumaya bu kadar istekli ama anlamaktan bu kadar uzak. kendini görmeye bu kadar istekli ama bakmaktan hep kaçarak...

ne garip bir yer burası. en yakın arkadaşlarımın yüzdeseksendokuzu okumuyor burayı, bazılarının haberi bile yok belki ve hepsi unuttu. sevgili insan "ya senin noldu o?" dedi geçen, "duruyor" dedim. duruyor, değil mi? onlar okumuyor ya, garip, seneler boyu benim okuduğum insanlar, seneler boyu benim haberimin olmadığı insanlar, seneler boyu benden habersiz insanlar okuyor burayı. "insansanız teker teker gelin" desem o kadar anlamsız olacak ki, bu kadar uygun olabilir...

bugün de düşündüm bir kış gecesi eğer bir yolcu'yu. her seferinde içimden dünyaları çıkartmaya çalışıp bir bok çıkartamadığım o blog seanslarının ne ifade ettiğini ve nasıl bir mecburiyet olduğunu anlamaya çalıştım. beceremedim tabi. beğendiğim bir kitabı ya da albümü yazamaz mıyım diye düşündüm. beğendiğim bir albüm yoktu. bir kitap vardı, ama onu buraya yazsam oyungezer okurları için spoiler olurdu. yazmadım. sustum.

sonra, nil'den çaldığım albümleri [yasadışı paylaşıma açıp korsan piyasasını genişletme hedefiyle] mp3 yaparken o ses geldi kulağıma. içime girdi kulaklarımdan, vücudumun her bir köşesine nüfuz etti, bedenimi eline geçirdi ve salladı, sarstı... istemeyerek, istemeyerek...

şarkıyı biliyordum. söz verdiğim şarkılar'da göksel söylüyordu. severdim. orijinalini ise hiç dinlememiştim. serdar ateşer'in o efsanevi (öyle diyorlar inanmıyorsanız ekşisözlüknoktaorgeneral) albümünün (avdetseyri) en büyük hediyesi, en büyük sürprizi oldu. en çok onu merak ediyordum tabi, sözlerini biliyordum, sürpriz olmasa gerekti. ama öyle oldu, bu kadar güzel olabileceğini asla düşünmemiştim. albüm de gerçekten çok güzel. yeni bir şeyler dinlemek, dinlenilen şeyler eski de olsa, ne büyük mutluluk...

hiçbir yerde bulamayacaksınız, müzik marketlere soramayacaksınız, cevaplarını duyamayacaksınız, istklal'de yürürken her dükkan tarafından işgal edilemeyeceksiniz, tanıdıklarınızdan alamayacaksınız... isteseniz de, istemeseniz de. 

buraya gelecek ve dinleyeceksiniz. 
benim yaptığım gibi.
bir kış gecesi eğer bir yolcu yazamasaydı, müzik açardı. 

istemeyerek, istemeyerek

değişmek gerek
oysa büyümek gerek
düşlerimiz çocuk,
kaç aşktan
kaç dostluktan
kaç oyundan kovulduk

ah istemeyerek, istemeyerek

7 Haziran 2008

de verborum significatione

at homo sacer is est, quem populus iudicavit ob maleficium; neque fas est eum immolari, sed qui occidit, parricidi non damnatur; nam lege tribunica prima cavetur "si quis eum, qui eo plebei scito sacer sit, occiderit, parricidia ne sit." ex quo quivis homo malus atque improbus sacer appelari solet. (pompeius festus)

evet.

4 Haziran 2008

16 haziran'da tuzla'da!

taşeronlaşmaya,
güvenliksiz ve güvencesiz çalışma koşullarına,
iş cinayetlerine,
işçilerin kanıyla yüzen gemilere ve zengin ettikleri armatörlere, tersane sahiplerine
"hayır" demek için.

31 Mayıs 2008

1 haziran'da sokakta


dünya sokakta devrilecek.
blog'daki isimsizler değil, 
sokaktaki isimsizler tarafından.

30 Mayıs 2008

olmayan birini doğurmak, olmayan birini öldürmek...

bir kış gecesi'nin nasıl başladığından bahsetmiştim daha önce, kısaca. henüz bir yaz gecesiydi (http://birkisgecesi.blogspot.com/2007/09/bir-yaz-gecesi.html). başka birinin blog'una yazdığım bir yorum getirmişti beni buraya. bugün aynı kişinin blog'una, yeni bir yorum yazdım. hayatım değişmedi. değiştiyse de, buradan duyurmamın bir manası olmazdı sanıyorum.

yeni bir hayata başlamak için çok garip bir yer burası. çok karanlık ve çok az ses. çok az ışık ve çok fazla ses. evet, çünkü sessizlik çok gürültülü bir şey. kulakları sağır eden, öylesine sağır eden ki artık hiçbir şey duyulmayan bir an, bir durum. evrensel bir olamayış hali. varolmayan bir hal.

varolmayan şövalye, çok karanlık ve çok sessiz.

ne zamandır böyle.

çok karanlık ve çok sessizde, etrafına ışık saçan, 100 wattlık bir ampul. bir bahçeye bakıyor. belki de bir ormana. 

evet, bu satırları yazarken bir ormana bakıyor varolmayan şövalye. ışık saçıyor etrafına. yaklaşıyorlar ona. takip ediyorlar onu. ormandaki tüm böcekler, sinekler ve uçan, koca kanatlı, ismini asla bilmediği ve asla tarif edemeyeceği için de muhtemelen hiçbir zaman öğrenemeyeceği o çirkin yaratıklar.

güzel yaratıklar.

varolmayan yaratıklar.

bir garip olamayış hali bu. birilerinin dilinin ucundalar sanki. tükürülmeyi bekliyorlar, saçılmayı, söylenmeyi. söz olmayı. neydi? verba volant, scripta manent, değil mi? evet işte, uçmak için, uçmaları için söylenmeleri lazım. yoksa kalıyorlar, olamıyorlar. kal mı geliyor yoksa?

varolmayan şövalye, karanlığa ışık tutuyor. varolmayan şövalye, itinayla kal getiriyor. varolmayan şövalye'ye kal geliyor. mütemadiyen.

“penceremin dışında bir savaş başladı, bense yorum pencerelerine yorumlar yazıyorum. ama hiçbir rüya tamir olmuyor....” yazmıştım.

penceremin dışında bir savaş başladı, bense blog pencerelerine tükürüyorum. dilimin ucundakileri. olmak için. ama asla olamıyorum.

varolmayan şövalye bir beceriksizliğin, edememenin, olamamanın manifestosu. ya da senfonisi. iki kelimeyi de çok sevmişimdir. ve bir de üçüncüsü: komünist manifesto senfonisi. küçüklükten bugüne, “aman da aman” diyen herkesin suratın savrulması gereken bir tükürükler silsilesi.

hepimizin beklediği o kişi. ne acı ki, varolmayan birisi.

boomp3.com


12 Mayıs 2008

google search: "nude art"

from morning to night I stayed out of sight
didn't recognise I'd become
no more than alive I'd barely survive
in a word... overrun.


1 mayıs'ta kentsel dönüşmek.

gece.

oyungezer haziran.

tıkırtılar.

okumalar.

krizler.

huzursuzluk.

isimsizler.

tersini giymek.

work in progress...

it's been so long since he spoke
but he can have the words right from my mouth...





boomp3.com

2 Nisan 2008

bir lisan bir insan, bir nisan altıncı oyungezer



oyungezer yeni açan bahar çiçeklerinin arasında yolunu kaybetti, kendini kokulara ve renklere bıraktı, biraz dağıldı. toparlanması uzun sürünce yarına sarktı okuyucularla buluşması. ama ne buluşma! baharın tüm çiçeklerinin kokusunu getirdi sizlere,
assassin's creed'i, sims 3'ü, god of war'u...

sims 3 de yanında de certeau ve baudrillard'ı getirdi. tepe tepe tepin diye.

bir oyun dergisi sizi daha fazla ne kadar şaşırtabilir ki?

19 Mart 2008

yeni kuşlar


boomp3.com

you just have to be sure you're doing the right thing. i mean it's very easy to forget - she's was just sitting there in the pub with her new friends and her new life and her new hair and it might been five years but you'd know just to look at her.

bir kış gecesi'nin yeniden doğumunu müjdelememin üzerinden kimbilir kaç gün geçti, uzun zaman... ve o uzun zaman için ne kadar az kelime döküldü buralarda. şimdi yeni bir doğumu müjdelemeye yüzüm yok aslında, olmamalı. oysa bu bir doğumgünü yazısı.

ben çok küçüktüm. küçükmüşüm. "yeni bir ev" demişler bana, "yeni bir oda, yeni oyuncaklar". hepsinden ikişer tane olacak demişler. "tamam" demişim tabi, başka ne diyebilirmişim ki? desem ne değişirmiş ki?

didn't see her for the rest of the night, but by closing time the beer's kicked in so i go up and speak to her and we end up going for a walk and talking about our new homes, our new jobs, our new friends and our new birds.

masama davet ettim onu. diğerini. diğer odada oturanı. konuştuk karşılıklı. dudaklarını izledim. nasıl öpüştüğünü hatırlamıyordum. belki hiçbir zaman bilemedim, bilmiyorum. "buralarda yenisin" dedi. oysa değildim.

oysa ne kadar garip, buralarda gerçekten de yeniyim. varolmayan varlığımın bu yalnızlığı çok yeni. ne kadar çok şey gitti ben en son buraya geldiğimden beri. kim var kim yok, habersizim. birisi, gitti. yaşıyor mu? yaşadığımdan haberdar mı? yaşıyor muyum?

masama davet ettim onu. diğerini. "ben diğeri değilim" dedi. öyleydi. diğer odada bırakmıştım onu. belki hiç doğmamıştı, bir sancı olarak karnımdaydı. bilmiyorum.

but you have to remember there's this other kiss. and she's sitting at home, wondering where you are and what you're doing. and you work hard on this kiss and you know it inside out, it's as much yours as it is hers, and it took a long time to get right, it took months of practice and months of embarassment but now you've got it perfected and you've been looking forward to that kiss all week.

ona dokundum. rastgele değil. dokunabileceğim tek noktasına, onu tamamiyle sarsacağını bildiğim, onu kendinden geçirecek ve belki de o anda yok edecek tek noktaya dokunduğumu bilerek dokundum. hiçbir şey olmadı ona, hiç ses çıkartmadı. o lanet varlığı ve boktan sarsılmazlığıyla öylece kaldı. sarsılan ben oldum. sonsuz bir titreme aldı vücudumu, ben olmaktan çıktım, başka bir şey oldum. "sen oldun" dedi bana. "hayır" dedim, "yanılıyorsun, olmadım." olmuştum. ben olmuştum.

"kaç yaşındasın?" diye sordu birkaç bin kalp atışından sonra.
bilmiyordum. "sen?" dedim.

yirmi iki, dedi.

biliyordum.
dudağı dudağımdaydı. öpmedim. elleri ellerimdeydi. tutmadım. arkamı döndüm. yürüdüm. doğru olanı yaptığımı biliyordum.


you can see her breath in the air between your faces as you stand in the leaves and she just asks you straight out if you want to come and stay at her flat. but you make sure you get separate taxis and you go home and there might be a slight regret and maybe you'll wonder what you missed but you have to remember the kiss that you worked so hard on - and you'll know you've done the right thing.

3 Mart 2008

mart kapıdan baktırır, oyungezer aktarır


bu ay dergi hakkındaki en kötü şey, bu yazının başlığı. oyungezer yoluna devam ediyor. anlam arayışları 2007'de geziniyor, yas tutuyor, dünyayı değiştirmeye çalışıyor, ama nasıl yapacağını bilmiyor. kırmızı alarm üçüncü kez çalıyor, mirror's edge galakside ve balkanlar'da (belki aynı zamanda ortadoğu'da ve biraz da okyanusya'da) ilk kez (!) oyungezer'e konuk oluyor.

bu arada, bir kış gecesi yeniden geri dönüyor.

15 Şubat 2008

gottes ist der orient



insanın bazen oryantalizmi tutuyor işte böyle, hele ki aynı meridyenler civarında kalınmış olmasına rağmen "orient"e gidildiyse...

güneş doğu'dan doğar, bir kış gecesi de doğu'dan doğuyor. üzerindeki beyaz örtüyü, işte bu kış gecesi'nde atıyor.

bazen isimsiz değildir, bazen bir kış gecesi eğer bir yolcu'dur.

30 Ocak 2008

bir kış gecesi eğer isimsiz bir yolcu

ben isimsizim. isim koymayı unutmuşlar bana, öyle dediler. hayır, unutmamışlar. gerek yokmuş sanırım. bir iktidar aracıymış isim, geleceğe koyulan ipotekmiş, anlamaların arasında bitiveren bir kristalizasyonmuş, karakterizasyonmuş, disiplinİZe etmekmiş. miş'miş.

beyaz bir örtü kaplandı şimdi buraya. bazıları anladı, bazıları anlamadığını anladı, bazıları geçmişe referans verip üste çıktı, bazıları bazılarına dert yandı: şimdi ne olacaktı? istanbul'u asla kaplayamayan karlar gibi ("bir kış gecesi beyaz gelinliğe büründü!") olmasını umuyorum bu beyazlığın. sürmesin sonsuza kadar, istemiyorum. ben bir kış gecesi'ni seviyorum. oysa ne kadar anlamlı, bir kış gecesi eğer bir yolcu'nun beyaz bir kefene kaldırılması...

belki de öyle olacak. bir kış gecesi eğer bir yolcu'nun son durağıdır bu beyazlık. ben bilemem. tanımlı görevlerim arasında bunu bilmek yok. ben isimsizim. beş aylık bir inşaat sürecinin verdiği son meyveyim. ben beyazım. ayrıştırın renklerimi. bir kış gecesi'ni bulacaksınız...

ben kantçıyım. aşkın zihin denen şeye kafamı koymuşum. başkasının acısını önemsiyorum, başkasının acısı sayesinde kendi insanlığımı hatırlıyorum. bu duyguya sahip çıkmam gerekiyor. evet.
ama bir kış gecesi'ni sevdiğim söylenemez çok fazla, yani yazarını seviyorum, evet (tanrı bilir bir aralar ne çok sevdim!). ama keşke öykü yazsa, o zaman daha çok severim yazdıklarını. deniyor ama, pek olmuyor...
disiplinize olması gerek sanki, bana öyle geliyor. evet disiplinize, disipline değil. kelimelerle arası iyiymiş gibi yapıyor yazar, ama pek bir şey anlatmıyor. anlatmalı. anlatmadan olmaz.
gerçi doğru yolda olduğunu da düşünüyorum, adı 9'a çıkmış, 8'e indiremiyoruz. bence git gide iyiye gidiyor.
düşünüyorum da, disiplinize olmasını istersek (acaba disipline miydi?) çok da doğru yapmayız sanki, sonuçta kendi özgür iradesiyle yazdığı şeyler. herkes istediği gibi yazmalı belki de.
ya ben sanırım git gide seviyorum bu yazarı. ne olduğunu tam anlamıyorum, onun ne demek istediğinden çok emin olamıyorum ama; mutlaka buluyorum bir şeyler. onun istediği mi? belki. önemli olan benim istediğim olması. benim istediğim.
onu -tahminen- ilk ben okuyorum. bundan gurur duyuyorum. bazen ::) yapasım geliyor. yapamıyorum...
sanırım ona gelen eleştirilerin en büyük kaynağı, yaşadığı her şeyi sanki sadece kendisi yaşıyormuş gibi anlatması. halbuki ben saydım, anlattığı şeyleri tam 68890269 kişi daha yaşamış. bu huyunu değiştirmesi gerekiyor bence.
tekrarvetekrar okuyorum. tatmin olamıyorum bir kış gecesi'nden. bir ümidim vardı elbette, severim onu; ama bir eksiklik kaplıyor tüm bu beyazlığı. "herkes aynı" değil, "herkes ayrı" da değil. şövalye lümpenlikten vazgeçmeli.
yine de "senaristler ve figüranlar"dan bahsederken, çok haklı şövalye. son of man, insanlığın sonu...
bunu biliyorum, akademisyenim çünkü ben. görüyorum. disiplin pratikleri'nin her yere sızdığını. ama hiçbir şey kalıcı değil. yarın, başladı. orada ve burada. her yerde...
oysa düşünüyorum da, şövalyenin yaptığı tam anlamıyla bir hainlik. bulduğu özgürlük ortamında bol keseden konuşmak kolay. bir yerlerde, gencecik askerler onun özgürlüğü için, onun bu blogda kıçını yayıp ukalalık yapması için ölürken, o burda kıçını yayıp ukalalık yapıyor, nankörce! kutsallara laf atıyor, atatürk'e dil uzatıyor. ülkenin üzerinde oynanan oyunlardan farkında değil, soros'tan ya haberi yok ya da onun parasıyla tutmuş bu blog'u.
aslında soros'un kim olduğu konusunda ben de şüpheye düşüyorum, topu topu 1 milyon dolarlık yatırımı var adamın, ne yapabilir ki? allah allah. kafam karıştı.
hay allahımm yaaaaa!!! yani öeeeh be ya üff. ne olacak bu iş? neyse kendim olmayı seviyorum...
anlamıyorlar şövalyenin ne yazdığını... özgürlüğü hakaret etmek zannediyorlar. neden böyle yapıyorlar? çok pişmanım, keşke hiç konuşmasaydım... kendimi kötü hissediyorum. kafam allak bullak. ben kimim?
ben isimsizim. oyungezdim geçenlerde. kıymetli insanlar, kıymetli bir iş. onları sevdim.
bu blog ise çok garip. üç tip yorumcu var, üçü de birbirinden beter. ama bu blog'a yakışıyorlar. bu şövalye, devrim(!) mücadelesi ayağı yapıyor. saygım (!) sonsuz (&+). şövalye soyu (^'?=)!

ben isimsiz'im. bir kış gecesi'ndeki en önemli hava olayıyım. kendimi gizledim, açık ettim; sustum ve bağırdım. sevdim, nefret ettim; tükürdüm ve yaladım. bir kış gecesi, benim sayemde var. ben, bir kış gecesi'ndeki yolcuyum. her yerine giriyorum, her geleni okuyorum, bazılarına yorum, bazılarına küfür yazıyorum.

geceyi hissediyorum. gece soğuk. gece karanlık. bazen yalnız, çoğu zaman kalabalık. çok saçma, çok manasız, çok güzel, çok çirkin.

ben, isimsiz. eğer bir yolcu, olsaydım.
bir kış gecesi'nde olurdum.

4 Ocak 2008

bir sene önce, bir kış gecesi

27 ocak 2007 gecesinde yazmışım aşağıdakileri. ne çok şey oldu o zamandan beri, kendi hayatım için bile, ne büyük kırılmaydı o günler... naif geliyor şimdi okuyunca, çok daha karamsar bir ses tonu inşa ettim sanki bir senede. kendime çok daha yakıştırıyorum sanki bırakmayı. "insanlar" yerine "ülke"yi kullanan rakel dink'e ek yapmamışım o zaman, şimdi yapma ihtiyacı duyuyorum...

19 ocak'a az kaldı, bir hatırlatma olsun bana. belki burayı okuyan birkaç kişiye de... isimsiz'ler de davetli...

cenazede toplanan 100 bin kişi, benim içimde hrant’la beraber ölenleri yeniden hayata döndürecek mi? hrant dink bu ülkenin karanlığa karşı haykırdığı en büyük çığlığın sembolü olarak kalabilecek mi? şimdiden başlayan milliyetçi tepkiler, “hepimiz hrant’ız, hepimiz ermeni’yiz”i çok daha güçlü biçimde bastıracak bir geri tepmeye dönüşecek mi? bilmiyorum. kafam çok karışık. inanmaya çalışıyorum. ümidimi kaybetmemeye, mücadeleyi bırakmamaya çalışıyorum. mücadeleyi bırakırsam, hem hrant’a, hem ailesine, hem agos’a, hem de kendime, içimdeki hrant dink’e, içimdeki ermeni’ye ihanet edeceğimi hissediyorum. eşi rakel’in inanılmaz bir güçle söylediği gibi, o eşini bıraktı, çocuklarını bıraktı, torunlarını bıraktı, dostlarını, sevdiklerini bıraktı, ama ülkesini bırakmadı. ülkesini bıraksa diğer hiçbirini bırakmak zorunda kalmayacağını bile bile. şimdi bize bırakmak yakışır mı, tüm bunları bile bile?