28 Eylül 2007

varolmayan şövalye'nin uykuyla imtihanı


"gözlerini yumabilmek, bedeninin bilincini yitirmek, kendi saatlerinin boşluğuna gömülmek, sonra uyanıp kendini yeniden öncekinin aynı bulmak, yaşantısının ipliklerini yeni baştan örmek ne demektir, agilulfo bunu bilmiyordu ve varolan insanlara özgü olan uyuma yetisine imrenmesi de öyle, insanın aklının bile almadığı bir şeye karşı duyduğu belirsiz imrenmeydi."

google'ın da sorunlu uzantıları olabileceğinin farkına 'bir kış gecesi eğer bir yolcu' sayesinde vardım sanıyorum. blogger, hiç de stabil çalışan bir sistem değil. komutları eksik algılayan, sık sık hata veren ve de bunun gibi bir şeyler. neyse, amacım 'bir kış gecesi...'ni web değerlendirme sayfası haline getirmek değil, alıntı paragrafından belli etmişimdir herhalde. blogger'ın hatalarından bahsetmemin sebebi, varolmayan şövalye'ye kendi istemediği yalanlar söyletiyor olması. evet, yalan söylemeyi seviyor varolmayan şövalye, ama, sadece kendi istediklerini. blogger'ın yaptığı şey, yazıları gönderdiğim saatleri her daim yanlış kaydetmesi. bu yüzden 'bir kış gecesi...'nin sadık okurları, benim oldukça düzenli bir yazma aralığım olduğu gerçeğinden haberdar değiller.

varolmayan şövalye imzasıyla yazdığım yazıların neredeyse tamamı, gece 2 ila sabah 8 arasında, sırasıyla "gecenin körü" ile "sabahın körü" olarak tabir edilen vakitlerde yazıldı. üniversiteye girdikten sonra baş gösteren ve bu sene iyice garip bir hâl alan, uykuyla aramdaki son derece problemli ilişki elbette bunun sebebi.

normal bir insanın, hatta normal bir 'geç yatan' insanın yattığı saatlerde yatamıyorum artık. beceremiyorum yatağa gitmeyi, yorganı başıma çekip, güzel güzel kitap okuyup sonra da mışıl mışıl uyumayı. huzurlu rüyalarımda geyiklerin peşinden koşmayı (aman nereden çıktı bu ziya gökalp lapsus'u?)... hayır, alıntıya kanmayın, problemim, lakabını çaldığım agilulfo'nunkiyle aynı değil. uyumak isteyip de uyuyamamak değil benim derdim. uyumak istememek de değil. yatağa girdiğim zaman, iki sayfa bile okuyamıyorum, uyku beni alıp götürüyor. sorun başka bir şey, ama ben çözemiyorum. sorun başka bir yerde, ama ben bulamıyorum.

yapacak hiçbir şeyim yoksa, okuyacak, yazacak, yetiştirecek, izleyecek; hiçbir şey'le uğraşmaya karar veriyorum. hayatımdaki hiçliklerin dökümünü yapıyorum, öylesine duruyorum. ben bir hiçlikten oluşuyorum o anda. varolan bir dünyada, kendi varolmayan evrenimi kuruyorum. herkesin uyuduğu o anda, kendi gerçekliğimi inşa ediyorum. gecenin/sabahın köründe, yel değirmenleriyle uğraşan bir şövalye... beni tanımlayabilecek en iyi cümlelerden biri bu olabilirdi, eğer ki inansaydım tanım cümlelerine.

yeni bir gün doğuyor sonra. bana bakıyor insanlar, üzülerek. "gözlerin kızarmış", diyorlar. "evet" diyorum, "benim hep öyle, alerjik herhalde". herhalde öyle, bir tür alerji olmalı bu. herkesin uyuduğu saate olan bir alerji; üretimin, yaratımın, yalan söylemenin durduğu o saate karşı geliştirdiğim bir alerji.

siz uyuyanlar, alerjim size...

siz rüyalarınızı görün, ben çok fazla uzağa gitmiş olamam.

"şurada burada, çadırların kıyısından köşesinden çıkmış, yukarı kalkmış başparmaklarıyla çıplak ayakların görünümü onu daha fazla etkiliyor ve tedirgin ediyordu: uykuya varmış ordugâh bedenlerin sultanlığıydı, içilmiş şarabı ve bir savaşçı gününün terini hohlayan eski adem teni serilmiş yatıyordu göz alabildiğine; çadırların eşiklerinde içleri boşalmış zırhlar karmakarışık yığılmışlardı, sabaha hizmetkârlar ve seyisler alıp güzelce parlatsınlar, bir hale yola koysunlar diye bekliyorlardı. dikkatlli, sinirli, kibirli geçip gidiyordu agilulfo: gerçi beden sahibi insanların bedenleri içinde hasete benzer bir tedirginlik uyandırıyordu, ama aynı zamanda gururla, bir üstünlük duygusuyla kasılarak küçümsüyordu onları. ünleri dillere destan olmuş meslektaşları, o şanlı şövalyeler, aslında neydiler yani? rütbelerine, adlarına, başardıkları büyük işlere, güçlerine ve yiğitlerine tanık olan zırhları işte bir kabuğa, içi boş bir demir yığınına dönüşmüştü, insanlar ise oracıkta horlayıp duruyorlardı, yüzlerini yastıklarına gömmüş, aralık dudaklarından incecik bi salya sızıyordu."

italo calvino
, varolmayan şövalye

25 Eylül 2007

"bu yaz da barthes okudu..."



"viewed as a transition the face of Garbo reconciles two iconographic ages, it assures the passage from awe to charm. as is well known, we are today at the other pole of this evolution: the face of Audrey Hepburn, for instance, is individualized, not only because of its peculiar thematics (woman as child, woman as kitten) but also because of her person, of an almost unique specification of the face, which has nothing of the essence left in it, but is constituted by an infinite complexity of morphological functions. as a language, Garbo's singularity was of the order of the concept, that of Audrey Hepburn is of the order of the substance.

the face of Garbo is an Idea, that of Hepburn, an Event."

roland barthes, the mythologies



24 Eylül 2007

kusura bakma, etraf da çok dağınık ama...


okul açılıyor yarın. sanırım ilk kez, "yeni gönderi" penceresini, ne yazacağımı bilmeden açtım. yarın okul açılıyor. evim çok dağınık. geçen seneden final notları masamın üstüne yığılmış durumda, hala. interrail çantasını gördüm en son ortalıklarda, içine düştüğü boşluktan, aylanmış tozları içine alarak kurtulmaya çalışıyordu.

okul açılıyor yarın. ders programım çok dağınık. bana 'consent' vermiş hocalara, yarın ben consent vereceğim. beğenmediklerimi "ah, üzgünüm, sizden bu dersi almak çok isterdim, ama, siz de biliyorsunuz ki, ..." diyerek reddedeceğim. estetik mi acaba benim kalemim, politik felsefe mi, yoksa postmodern roman mı? bu satırların okurlarının "postmodern roman" demesini umuyorum sanırım.

oysa şu an çok dağınığım, hiçbir şey okumaya mecalim yok, çünkü her şeyi okumak istiyorum. ders seçmek istemiyorum, hayır; ergenlik hezeyanlarındaymışçasına yakarmak istemiyorum artık.

çok dağınığım, kafamda bin tane fil var sanki, ne yaptıklarını sadece erkan can biliyor. hepsi farklı bir yöne koşuyor, bense hortumlarından çıkan derin bir ıslığa mahsur kalmışım, beceremiyorum kurtulmayı.

şunları demiştim, bir kış gecesi bir yolcu'nun yolculuğu başlarken:

bir makale, bir gün özeti, bir serzeniş, bir acı, bir tatlı, bir şarkı, bir öykü, bir oyun, belki de bir koyun... bir adam, bir kadın. bir freddie, bir fuko....blog'umdan bunlar geçecek. belki de geçmeyecek. içinden tren geçen bir blog olsaydı eğer, benimki olsun isterdim. zira toplanmışlıklara tahammül edemiyorum...
bu blog'un bana tahammül yaratacağını umanlar, ben yenilince yenilmiş sayılacaklar, bunu unutmasınlar. kurallar için başvuru danışmaya, danışma "exit" oklarının sonunda...

oysa şu an, yıllar önce kaybettiğim düzenin peşinden koşuyorum. bu blog'un bana tahammül yaratmasını umuyorum. ben yeniliyorum. ve yenilmiş sayılıyorum. toplanmışlık istiyorum. odamın toplandığını, kaybettiklerimi bulduğumu, kararlarımı verdiğimi, kitaplarımı okuyup yazılarımı yazdığımı hayal ediyorum.

belki de haklıydı okur. belki de bir değnek lazımdı bana. dürtmeliydi beni. düzene sokmalıydı.
"disiplinize" olmalıydım, evet, cevap buydu. tüm dağınıklığıma ilaç buydu. boşuna yazmıştım o kadar satırı, hiçbir şey anlatamadan, anlatmaya niyetlenmeden, anlamayı istemeden...

"hayal kırıklığı" diyorum.
"hayır, yanlış anlıyorsun" diyorum.
"yanlış anlamak yoktur", diyorum.
"anlamlar vardır..."


22 Eylül 2007

with hope in your heart

'bir kış gecesi eğer bir yolcu'nun yolculuğu başladığından beri verdiği en büyük mola oldu 'varolmayan şövalye ve meçhul geyik anıtı'. ders seçimleri, misafirlikler, düşünmeler, gezmeler, bir kış gecesi'ni yalnız bırakmama sebep oldu. oysa yalnız değildi bir kış gecesi, sinan'ın foruma dönmüş bloguna yetişemese de, yorum yağdı son gönderi'ye. içimi doldurdu yorumların çoğu. sevindim. yazdıklarımın beğeniliyor olmasının ötesinde, yazma ve okuma denen ucu bucağı belirsiz faaliyet alanlarına bakış açımın, yorum düşenlerin çoğuyla ne kadar benzeştiğini görmek, beni mutlu etti. ümitlendirdi. disipline edici pratiklerden kaçınan, yazarın ve okurun özgürlüğünü, özgünlüğünü savunan, şekerli sözleri seven okurların varlığı, kelimelere iyi geliyor. iyi gelecek.


yukarıda gördüğünüz isim, yeni dergimizin. bir zamanların en güzel köşesine etiket olmuş 'oyungezer', bir okurun önerisiyle, yeni derginin tepesine kuruldu. bu dergiye, bu atmosfere, bu birlikteliğe, bu 'gezmeye' yakışan daha güzel bir isim, sadece söylenmemişler arasından çıkabilirdi.

okuyucudan aldığımıza göre derginin ismini, bugünün şarkı seçimini de okuyucuya (onur) bırakmak yerinde olacaktır...

iyi yolculuklar
daha da güzeli,
iyi gezmeler...


when you walk through a storm
hold your head up high
and don't be afraid of the dark

at the end of a storm is a golden sky

and the sweet silver song of a lark
walk on through the wind
walk on through the rain
tho' your dreams be tossed and blown
walk on, walk on

with hope in your heart

and you'll never walk alone

you'll never walk alone

16 Eylül 2007

varolmayan şövalye ve meçhul geyik anıtı





'isimsiz' okurum hayal kırıklığına uğrayacak belki, ama yine can sıkıntıları yön veriyor kelimelerime. katman katman can sıkıntısı, tüm vücudumda, ruhumda, parmaklarımın ucunda.
varolmayan şövalye'nin varolmayan hayatındaki varolmayan olaylar, kendi ellerinden çıkan, gerçek, varolan harflere dönüşüyor; yalan bir hayatın iç kanatan yaraları olarak, varolmayan (sanal) bir ortamda, yeni bir gerçeklik kazanıyor. 'can sıkıntısı' anlatan bir cümle bile güzel kurulmaya çalışılıyor, siliniyor, yeniden yazılıyor. tekrar tekrar okunuyor. yazı, bütün gerçekliğin üstünü örten, yeni bir gerçeklik yaratıyor. gerçek, yalan oluyor. varolmayan şövalye, yine, yalanların izini sürüyor. gerçeğin peşinde...

egosu yüksek insanlar için, bir tatlı kaşığı kadar bile tanınır olmak, çok zor bir şey. bir tarafta, o egoyu tatmin edecek bir kitle var takip eden, bir tarafta da o egoya zarar veren, kimisi müthiş başarılı çözümlemelerle egoyu çökerten, kimisi de sadece can sıkan...

" 'disiplinize' edilmesi gerek" demişler mehmet kentel için, "eğer yazmaya devam etmek istiyorsa". 'bir kış gecesi eğer bir yolcu'nun okurları katılacaklar mı bilmiyorum, ama çok geyik yazdığım söyleniyor. okuma zevklerini bir yaş skalasına göre belirleyen, "abi" olmayı bir yazarlık/okurluk mahareti sayanlar tarafından, abi'ler gibi olamamakla suçlanıyorum. bu "abi" saplantımız üzerine de yazmak istiyorum aslında ama, bugün ilgimi şu gereklilik cümlesinden başka bir yere toplayamıyorum:

"disiplinize edilmesi gerek".

bir okur, bir yazar hakkında bunu nasıl söyleyebilir? okuduğu yazının, daha güçlü birileri tarafından "disiplinize edilmesi"ni okur olmakla nasıl bağdaştırabilir? eğer okur yazarın "disiplinize edilmesi" gerektiğini düşünüyorsa, kendi özgürlüğünü, kendi gözünü, kendi algısını nasıl koruyacak? yazı yazmak karşılıklı yapılan bir iştir. eğer bir tarafı "disiplinize" ettirirseniz, diğer tarafın dokunulmadan kalması mümkün mü?
bir yazarın sansürlenmesini istemek bile daha onurlu bir davranış gibi geliyor bana, en azından yazar, yazdıklarını, kendi 'disipline edilmemiş' (artık doğrusunu kullanabiliriz) benliğiyle kaleme alabilir. sonra yazısının başına ne gelirse gelsin, kendisinden çıkmıştır, okurun (sansürcünün) malı olmuştur artık. oysa disipline etmek, bir yazarı uysallaştırmak, onu 'norm'a, 'olağan'a, 'sıradan'a çekmek, onu 'eğitmek', 'olgunlaştırmak'... başkalarının istediği şeyleri, kendi istiyormuş gibi yazdırmak. işte gerçek kölelik. insan foucault'yu (yeniden, sıkılmadan) hatırlamadan edemiyor:

"discipline produces subjected and practiced bodies, ‘docile’ bodies."

kullaştırılmış, uygulanmış, önceden hazırlanmış, yalan bir öznellik sıvısı altında, 'uysallaştırılmış' bedenler. bizler. 'disiplinize edilen' bir çağın, özgür çocukları...

bu satırların hemen solunda, garip bir ifade var, bir başlığı teşkil ediyor, şöyle:

kim(lik)[siz]

şimdi hakkımda edilen laflara bakıyorum da, ne kadar da doğru bir ifade bu. tek bir dergide aynı anda çok fazla geyik yazmak ve çok fazla ağır yazmakla itham edilince; bambaşka bir mecrada çıkartma savaşı verilen başka bir dergide teoriye boğulmamam konusunda defalarca uyarılınca, arkadaşlarımla defalarca sokak diline düşmeme kavgası yapınca; kimlik denen içi fevkalade dolu yapının aslında nasıl da ifade edilemez, indirgenemez bir şey olduğu konusunda şüphe kalmıyor ortada...

varolmayan şövalye, bir geyik.
geyiğe binmiş bir yalan.
yalana binmiş bir fikir.
belki,
bir kış gecesi,

eğer bir yolcu...

12 Eylül 2007

bu bir eylül sabahı

düğümlenmiş duruyor cümleler, boğazıma değilse parmaklarıma.
boğazlara düğümlenen başka şeyleri düşünüyorum sonra.

kalın ipleri.

bu bir eylül sabahı,
dün yaşayanlar bugün yaşamıyor,
nefes alsa da bedenleri.

10 Eylül 2007

bu bir kış gecesi değil




"yazı yazmak, doğası gereği, yalan söylemekle iç içedir. bu zaten genel olarak kabul gören bir yaklaşımdır. benim daha da ileri götürerek savunmaya çalışacağım duruş, yazma eyleminin yalan söylemek dışında yaratıcı/kurucu/inşa edici herhangi bir vasfı bulunmadığını düşünmemdir. bir yazar, yalancı olmaktan öte hiçbir şey değildir. ve yazar, yalan söylediği sürece, her şeydir. bir kral, bir çöpçü, bir doğrucu, bir yalancı, bir belgeselci, bir kurgucu, bir aptal, bir zeki ve bir yazar'dır. bu kimliklerin hepsine sahip olabilir bir yazar, sadece ve sadece yalan söyleyerek. burada bahsedilen "yalancılık", sadece kurgu türlerinde eser veren yaratıcılar için geçerli değildir. kağıda dökülen her cümle, -türü ne olursa olsun- genetik buluşlar hakkında br makale, kürtajın serbest bırakılmasını savunan feminist bir bildiri ve hatta komünist manifesto, yalan söylemektedir. bunun nedenini marx'ın ve de tüm yazarların ahlaksız olmasında aramak aptallıktır. marx'ın yalancı olmasının nedeni, yazının doğasında saklıdır. bir kalem ve bir kağıt, bir daktilo, bir klavye ya da henüz karşılaşmadığım bir başka teknolojik aygıt, yazı yazan kişiye dünyanın en büyük gücünü verir. bu güç, sınırsız bir güçtür. bu güç, yaratmanın gücüdür ve yaratan insan, hayalgücü ve kullandığı aygıttan aldığı güçle tüm gerçekliği yeniden kurma kudretine sahiptir. burada, yazının paradoksal doğası devreye girer. sınırsız olduğu sanılan yazı yazma gücü, yazarı yalan söylemekle sınırlar. dünyanın, galaksinin, evrenin tüm heterodoks gerçekliğini cümlelere indirgeyen, onlar arasında ortodoks hiyerarşiler kuran, iddia eden -ki evrenin anlaşılmazlığı düşünüldüğünde, iddia etmek en büyük günah olmalıdır-; john'un beyninde aynı anda çalışan binlerce nörondan sadece birkaç yüzünün bir araya gelmesiyle oluşan bir düşünceyi "düşündüğünü" aktaran, aynı anda olan binlerce sevişmeden sadece ahmet'le ayşe'ninkine odaklanan; azaltan, küçülten, çarpıtan, siyah-beyazlaştıran ve bütün bunların farkında olan yazı, yalanların en büyüğüdür."
*****

bu yaz çok fazla deplase oldum. kış geldiğine göre artık ("bir kış gecesi eğer bir yolcu" adında bir blog açtım, normalde bu bile yeterdi kışın gelmesi için ama, bir de hava 20 derecelere düştü. kış geldi), bir döküm yapmak gerek. yaprakları kopmak için birbiriyle yarışan bir not defteriyle, şehirleri ve ülkeleri geçtim. gezdim, gördüm, yazdım. acıdan burkuldum, eğri büğrü oldum, yazdım. okudum, anlamadım, yazdım. okudum, "ben daha iyisini yazarım" dedim, yazdım. yapraklar uçtu, sayfalar dağıldı, cümleler birbirine karıştı. eve döndüğümde, ucu bucağı olmayan kelimeler, başı sonuna bağlanmayan sözler, kafa karışıklıkları ve yarısını kimbilir nerede bıraktığım, mavi bir defter kalmıştı. bütün bunlardan yeni bir anlam yaratabilmek için, bilgisayara aktarmam gerekiyordu yazdıklarımı. normalde erteleyeceğim, ders notlarımın arasında unutacağım, öteleyeceğim bu işi, "bir kış gecesi..." hızlandırdı sanırım.

bunun, birbirine bağlanan birkaç sebebi olabilir. yaz boyu, okuduklarımda ve yazdıklarımda, tek bir temanın etrafında gezindim. ya da şöyle demeli, okuduklarımı ve yazdıklarımı ben hep o tek temayla iliştirdim bir şekilde, belki ve çoğunlukla beceriksizce. "yazı", "yalan" ve "bir benlik inşa etmek" arasında, kelimelerden çizdiğim belli belirsiz bir alanda yaşatmaya çalıştım o temayı. belki de bu yüzden bu blog'un adı "bir kış gecesi eğer bir yolcu", belki de bu yüzden "varolmayan şövalye" tarafından yazılıyor. buraya yazılan yazılar, yazılara yapılan yorumlar, yorumlara verilen cevaplar, link verilen "ötekiler" ve kullanılan resimlere arasında, anlatılamayacak ama bazen hissedilebilecek, kelimelere dökülemeyecek ama okunabilecek bir ilişki var ve bu ilişkide, işte o temayı buluyorum. şöyle formüle edebilir miyiz: bu blogdaki her şey yalan bir benliğin inşasına katkıda bulunuyor, ve bir kış gecesi eğer bir yolcu, çoğunlukla yazılardan oluşuyor.
hayır.
yeterli değil.
unutulmaması gereken şey,

bu bir pipo değil.


*****

"kendimden nefret ettiğim anlar oluyor. kendimden başka hiçbir şey olamadığım anlar. en büyük eserim, ben'in, işlevini kaybettiği, aynı anda zeki, yakışıklı, kültürlü, etkileyici, kıvrak, seksi, yetenekli olamadığım, yalancılığımı bir önceki sahnede unuttuğum, sadece ve sadece kendim olarak kaldığım anlar. hamlet'i tutkuyla oynayan bir oyuncunun, tam da "olmak ya da olmamak" demesi gereken anda, "ben iktidarsızım." demesiyle karşılaştırılabilecek bir gerçeklik kayması, gerçekliğe dönüş, yaratıcılığın sonu..."

7 Eylül 2007

watching the sky

I left my luggage at the station,
I didn't know how to say goodbye
I walked away from all the fury, and the madness, and the fury, and the madness....


kaybolmuş bir playlist'in derinliklerinden çıkarttım dün gece, watching the sky'ı. ve ilk dinlediğimden beri, şarkının orgazm noktası kulaklarımda, çalıyor, çalıyor, ve ben düşünüyorum, kimeydi bu öfke? ve kime bu hoşçakal?

cevap belli aslında, yine de düşünecek çok şey var. cevapları belli sorular üzerinde düşünmek, bir cevap bulmaya çalışmanın yarattığı yönlendirme ve baskıya göre daha yaratıcı sonuçlar çıkartıyor belki de.

bazen kızacak kimse olmuyor. öfkelenecek, bağırıp çağıracak, küfredecek... ve işte o zaman, öfkelerin en büyüğü gelip oturuyor yüreğe. insan olmakla ilgili varoluşsal problem açığa çıkıyor tam o anda. neden? neden insan olmaktan başka bir şey yapamıyor insanoğlu, neden çıkamıyor bu döngüden? o en çaresiz, en dipsiz noktada, her şeyin yitip gittiği ve elde "insan olma"nın verdiği kaçınılmaz gerçeklik hissi varken, her şeyin insan olmaktan kaynaklandığının bilincindeyken... hiçbir güç yok dindirecek bu öfkeyi, insan olmanın kendisine duyulan. belki de tek umut, öfkenin kendisine sarılmak...

level'ı okumaya başladığımda, o 2. yaşını kutluyordu, ben 13.yü. bilgisayar sahibi olalı kısa bir zaman olmuştu, oyunları oynamaya başlayıp, yarım saat sonra çöpe atmak gibi bir pratik edinmiştim ve o yarım saatin boşa gitmemesi için bir rehbere ihtiyacım vardı. level benim için o rehber oldu işte...

ama bütün o oldukları arasında, şimdi en az aklıma gelen, en az düşündüğüm level, bana rehber olanı. her zaman kendisinden daha büyük bir şeydi level, editörlerinin (kanımca yanlış biçimde, yazarlarına "editör" derlerdi) kontrol edemediği, okuyucularının ölçemediği, satış rakamlarının anlatamayacağı bir "şey". önce güldüm, sonra tanıdım, sonra sahiplendim... beni ben yapan onca yazarın arasına (okuma serüvenimi başlattığı için jules verne'den, "bundan daha iyisi olamaz" dedirttiği için az daha o serüveni bitirecek olan calvino'ya kadar), serpil ulutürk gibi, sinan akkol gibi, fırat akyıldız gibi "level insanları" girdiler. level, beni ellerinde büyüttü.

sonra nispeten büyümüş ve her "büyük" gibi nankörleşmiş, bu yüzden de bir süredir level almayı bırakmış biriyken, tekrar girdi level hayatıma. bu kez benim bir okur olmamla yetinmiyordu level, bir yazar olmamı istiyordu. böylece, 2005 kasım'ında başladı level'la olan yaratıcı yolculuğum. sinan'a attığım "sana 'abi' mi demeliyim?" mail'ini, katıldığım ilk editoryal toplantıda serpil'e yer vereyim derken monitörüne geçirdiğim sandalyeyi, ilk yazımı yazdığım o uzun geceyi ve arkadaşlarıma "ben bu işi bi daha yapamam" diye söylendiğimi hatırlıyorum, gülümseyerek. sinan'ın da hala unutmadığı bir anı ise, kasım 2005'te çıkan ilk yazımın altında "burak akmenek" imzası olduğunu söylüyor. ne garip değil mi? level'a yazdığım son yazının altında da (oyunlarda anlam arayışları, eylül 2007), serpil'in imzası çıktı. foucault şöyle demiş bir keresinde:

The game is worthwhile insofar as we don't know what will be the end. (hayır, yalan. bunun fransızcasını söylemiştir elbette)

oyunun başındayken, ne olacağını bilmiyorduk, değil mi? yanlış imzayla başladığım bir yolculuğu, yanlış imzayla bitirdim. yalancılıktan seksi bir keyif alan şahsım adına, ne büyük bir şans! ne güzel bir oyun! teşekkür ederim, "sinan abi"...

küçükken bu yolun hayalini kurmamış değildim, hayır. düşünmüştüm ben de, sinan'la, serpil'le, tuğbek'le, sonra "genç yetenek" fırat'la beraber çalışmayı. ama ben bir balık burcuyum, kurduğum hayallerden sorumlu tutulamam, değil mi?

ve şimdi, bitti. kızacak kimse yok, öfkelenecek, küfredecek. kapitalizme kızabiliriz, -ki ben mütemadiyen kızıyorum, bir hayat aktivitesi bu benim için-, bir de son raddede, insan'a, insan olma'ya.

yollar ayrıldı. yolları çatallanan bahçe'de, level ikiye bölündü. sinan, serpil ve tuğbek, arkalarına yazar kadrosunun önemli bir kısmını da katarak, başka bir hayalin peşine düştü. geride kalan dostlarım, fırat'ın yol göstericiliğinde, yeni bir level hayal ediyorlar şimdi.

ben de gidenlerin yanındayım. hayatım boyunca gidenlerin tarafında olmayı seçmiş olmam, bunda önemli bir sebep şüphesiz. bunun dışında, bir sürü rasyonel ve duygusal neden yazılabilir, üstlerine olası sonuçlar koyulup hesaplar yapılabilir. bu, gerçeği değiştirmeyecek.

ben artık level'da değilim.
ama level, hep bende kalacak...

this is the end,
my only friend
the end...

6 Eylül 2007

post şekilcilik

böyle olurdu hep. oyuna başlamadan karakter yaratmanızı isteyen oyunlarda, öncelikle ve özellikle rpg'lerde. karakterin kadın mı erkek mi, insan mı elf mi, thief mi barbar mı olduğunu düşünene kadar, saatlerimi harcamış olduğumu fark ederdim. hatta çabuk sıkılan bir adam olarak, çoğu rpg'de, oyunu oynadığım süreden daha çoğunu o karakter yaratma ekranında geçirdiğimi bilirim (post yapısalcı bir bakış açısı, karakter yaratma ekranının da oyuna dahil olduğu, hatta oyundan daha çok "oyun" olduğunu söyleyecektir sanki).

"bir kış gecesi eğer bir yolcu"da da böyle mi olacak bilmiyorum. bildiğim şey, durmaksızın "şablon" değiştirdiğim. ne kadar çirkin bir kelime değil mi şablon? her neyse, belki her "gönderi"m için başka bir şarbon kullanırım. daha ilk yazım üstüne gelen "ayyyy, çok post modern olmuş" tespitine de ihanet etmemiş olurum böylece.

okurun kafası karışmamalı. şekil her şeydir.

5 Eylül 2007

bir yaz gecesi...

bundan birkaç saat önce, "bir blog'um yok, henüz, o yüzden burayı kullanıyorum" şeklinde bir cümle kurmuştum. başka birinin blog'una yorum yazarken böyle bir cümle kurduğumu fark ettiğimde, uzun zamandır beklediğim o işareti kendi kendime verdiğimi hissettim. bir blog'um olabilirdi artık. "peki ama ne yazacağım? dünya kadar yerde, dünya kadar şey yazıyorum zaten?" sorgulamasının bir anlamı kalmamıştı belli ki. başka bir blog'a içimi dökmeye ve bunu yaparken de blogsuzluktan şikayet etmeye başladığıma göre, vakit gelmişti.

bir yaz gecesindeyiz şu an. belki yazıyı gönderdiğimde (terminoloji bu mu?) bir yaz sabahına varacağız. oysa yazmak ve okumak üzerine söylenmiş en güzel sözlerden birinin başlığı olarak "bir kış gecesi eğer bir yolcu", bu blog'un kafamdaki haline çok yakışıyor.

"blogculuk oynamak" çok moda şu an yakın çevrede. bir anda, hatta bir olay yüzünden (okuyucum olup olmadığından şüpheliyim, "malum olay" demenin bir şey ifade etmeyeceğinden korktum), blog yapmak bir ihtiyaç oldu bazı arkadaşlarım için. o arkadaşlarla benzer bir yolu seçmiş olarak, benim de mi böyle bir ihtiyacım var peki?

yoksa başka bir arkadaşımın teklifine uyup, makalelerimizi yayınlayabileceğimiz ortak bir blog mu açmalıydım? yoksa başka başka bir arkadaşımın önerdiği gibi, kocaman bir blog açıp içine hepbirimiz sığışmalı mıydık, "üç isimliler" olarak?

neyden bahsediyorum ben? kim bu arkadaşlar? kimse anlamasın diye yazılmış o romanlardan mı bu blog da? bir kış gecesi eğer bir yolcu gibi yani? öyle mi? öyle kalsın o zaman...

bu blog, anlam ve görev tanımları yapmayı reddediyor. bu satırların sahibinin, son zamanlarda, kendi kimliğinden uzaklaşmak suretiyle anlamsız bir "tanım" tutkusuna girmiş olmasını kınıyor ve modern kalıpları yıkıyor (pek güçlü bir blogcuk kendisi).

bir makale, bir gün özeti, bir serzeniş, bir acı, bir tatlı, bir şarkı, bir öykü, bir oyun, belki de bir koyun... bir adam, bir kadın. bir freddie, bir fuko....blog'umdan bunlar geçecek. belki de geçmeyecek. içinden tren geçen bir blog olsaydı eğer, benimki olsun isterdim. zira toplanmışlıklara tahammül edemiyorum...

bu blog'un bana tahammül yaratacağını umanlar, ben yenilince yenilmiş sayılacaklar, bunu unutmasınlar. kurallar için başvuru danışmaya, danışma "exit" oklarının sonunda...