(bu yazı ilk olarak agos'un 14 ekim tarihli sayısında, derkenar sayfasında yayınlandı)
Doğum yılın, günün, ayın, yerin, yurdun… Bunlar kolay. Daha zorları var. Aldığın dersler, almadığın dersler. Yurtdışı seyahatleri, sebepleri. Kendini üç cümlede anlat. Kendini beş cümlede anlat. Kendini anlatma, sırala. Neler yaptın? Neler yedin? Arkadaşların kimler (network’ünde kimler var?). Senin hakkında kimler iyi konuşur? Mail adresleri, açık adresleri, ofis numaraları, titrleri. Profesör mü, CEO mu, altı kurtarmaz. Hangi konularda çalıştın? Çocukluktan beri ilgilendiğin şeyler (küçükken çok oyun oynardım) ve çalışmak istediğin şeyler (oyun tarihi çalışmak istiyorum) birbiriyle örtüşüyor mu? Örtüşsün. Bizi kendine inandır. 5 yaşından beri yaptığın her şeyin bu başvuru için anlamlı bir bütün oluşturduğunu söyle bize. Yalan söyle. Merak etme, alışığız. Biz de sana yalan söylüyoruz.
22 Ekim 2011
18 Ekim 2011
vestel reklamının karşı-hegemonik potansiyeli üzerine
bu reklam filmi üzerine konuşmaya başlamak bile banal belki. sömürgeci, white men's burden'cı, ırkçı, oryantalist falan filan tüm okumaları yapmak hem çok kolay hem de çok yavan. fakat bugün derste muhabbet edilirken fark ettiğim bir nokta var ki bunun üzerinde durulmasının faydalı olabileceğini düşünüyorum: reklamın karşı-hegemonik potansiyeli.
5 Eylül 2011
fareler oyunda test yayınında
15 Ağustos 2011
kaybetmenin ahlakı üzerine
(bu yazı 2009 ocak'ta oyungezer'de yayınlandı. anlam arayışları yazılarımı, yeni bir proje için tasnif ederken, buraya koymak istedim. gerçek yerini bulana kadar. bir de çağrıya katkı olsun diye, kaybedenlerin de oyunlarını anlatmak istiyoruz çünkü. mice will play, bekleyin.)
21 Temmuz 2011
oyunlarınızı oynayın!
oyunlara, oyunculara, oyunlulara,
bir çağrı için fazla kararsız cümleler içeren bir çağrı bu.
oyunun en çok kararsız bir şey olduğunu düşünen birinden, başkalarına.
video oyun dergilerinde yazmış, en iyisinin, en özelinin kurulmasına ve gelişmesine içerden tanıklık etmiş ama orada hep eksik nefes almış birinden, başkalarına.
bir çağrı için fazla kararsız cümleler içeren bir çağrı bu.
oyunun en çok kararsız bir şey olduğunu düşünen birinden, başkalarına.
video oyun dergilerinde yazmış, en iyisinin, en özelinin kurulmasına ve gelişmesine içerden tanıklık etmiş ama orada hep eksik nefes almış birinden, başkalarına.
beirut, mumford & sons ve arcade fire: bir hyde park eğlencesi
19 Haziran 2011
kendimi hatırlama günüm kutlu olsun
beni tanır mısınız? neleri sevdiğimi, nelerden hoşlandığımı bilir misiniz? beni anlatmak için hangi referanslara başvurursunuz mesela?
bu sorulara farklı yerlerden bakıp, farklı zamanlarda, birçok cevap verilebilir, hiçbiri de tam olarak doğru olmaz. benim kendim için vereceğim cevaplar da öyle. ama sanıyorum bu sayfada gördüğünüz üç kitap kapağı, kendim için hazırlayacağım herhangi bir listede kendine herhalükarda yer bulur. asterix en sevdiğim çizgi roman serisidir, foucault en çok etkilendiğim düşünür (I'm not a professional historian, but nobody's perfect), uzun ihsan ise kendi dilimde yazan yazarlar arasında en beğendiğim birkaç isimden biri.
bu sorulara farklı yerlerden bakıp, farklı zamanlarda, birçok cevap verilebilir, hiçbiri de tam olarak doğru olmaz. benim kendim için vereceğim cevaplar da öyle. ama sanıyorum bu sayfada gördüğünüz üç kitap kapağı, kendim için hazırlayacağım herhangi bir listede kendine herhalükarda yer bulur. asterix en sevdiğim çizgi roman serisidir, foucault en çok etkilendiğim düşünür (I'm not a professional historian, but nobody's perfect), uzun ihsan ise kendi dilimde yazan yazarlar arasında en beğendiğim birkaç isimden biri.
23 Mayıs 2011
Tarihi Oynayan Çocuklar
(bu yazı ilk olarak, Oyuncak Sergisi (Sergi Kitabı), Editör: Şennur Şentürk, İstanbul: YKY, 2011. s. 51-58'de yayınlandı)
Tarihte bir çocuk. 10 yaşlarında. 1800’lerin başı, belki 1811. Londra’da bir orta sınıf evinde, belki de Bournemouth’ta bir sayfiye yerinde. Sınıftan ya da “sınıfından” arkadaşlarıyla beraber. Dışarıda oynayamıyorlar, hava kapalı, içeride oynamak istiyorlar ya da belki de oynayacakları oyunu ebeveynleri seçiyor. Bir yüzyıl kadar önce John Locke eğitim öğretimin bir oyun, bir dinlenme şeklinde olması gerektiğini söylemişti. Bu önerinin peşinden giden aileler, eğitimciler ve yeni kapitalistler, hızla büyüyen bir oyun/oyuncak sektörünün yaratılmasına öncülük ettiler. 19. yüzyılın başında, yani tarihteki çocuğumuzun durduğu noktada, eğitim öğretimi eğlenceyle buluşturduğuna inanılan en önemli araçlardan biri, şimdilerde en ünlü örneği olarak Monopoly’i kabul ettiğimiz “masaüstü oyunları”ydı. 1811’de, İngiltere’de, Londra’da bir orta sınıf evinde ya da Bournemouth sayfiyesinde buluşmuş 10 yaşlarında birkaç çocuk, John Wallis’in Historical Pastime or A New Game of the History of England from the Conquest of the Normans to the Accession of George the Third adlı oyununu oynuyor. İngiltere tarihini kronolojik olarak anlatan, oyuncuların zar atarak oyun tahtasında ilerlediği ve tarihteki farklı olayların temsil edildiği kutucuklara geldiklerinde o olaylar hakkında bilgilerini tazeledikleri bir oyun bu. Ne kadar eğlenceli olduğunu bilmek pek mümkün değil, kendi eğlence anlayışımıza göre varacağımız yargının 200 yıl öncenin çocukları için ne kadar geçerli olduğunu kestirebilmek de öyle.
27 Nisan 2011
sireli yeğpayrıs
bugün yoruldum. sabah uyanamadım kendime kızdım, öğlen kütüphanede bir şeyler ters gitti kütüphanecilere kızdım, akşam başım ağrıdı. şimdi arkadaşımın bana bıraktığı rahat yatağın üzerinde, uyumadan önce, bütün gün benim dışımdaki dünyada neler oldu diye bakınırken gördüm. bağıran insanlar vardı. haykıranlar. biri kardeşimdi. kardeşim. kardeşim. sireli yeğpayrıs şöyle demiş, sesini çıkartabildiği o çok kısıtlı zamanda, çıkartabildiği o çok kısıtlı mecrada:
"Su an o tabutta askerlik yapmis, yapan herhangi birimiz de olabilirdik, ben su an kendimi o tabutun icinde hissediyorum.. Memleketiniz sizin olsun, bizi rahat birakin artik..Biz bundan sonra rahat uyuyamicaz, bari sen rahat uyu Sevag.."
evet, sevag ölmüştü. daha önce öldürdükleri gibi. daha önce öldürmeye başladıkları günde. 24 nisan'da. bir de üstelik bayramda. sevag'ı öldürdüler. şaka dediler. buna inanabilirmişiz gibi. sanki ellerine devletin zorla silah verdiği iki kişi birbirini öldürdüğünde katil herhalükarda devlet olmazmış gibi. sevag'ı bir 24 nisan günü katlettiler. kardeşim buna ağlıyor, kendini o tabutta hissediyor, "alın memleketinizi" diyor, ne diyebilir başka?
***
hatırladım. telefon çalmıştı. 19 ocak'tı. "mehmet duydun mu?" demişti. "duydum" demiştim. ağlıyordum. ağlıyordu. ağladık.
***
sonra kürtleri almışlar yine, protesto edenlerin üzerine ateş açmışlar, evlerden içeri gaz bombaları... kürdistan yanıyormuş. benim buradan duyduğumu istanbul duymamış, ankara duymamış. alın memleketinizi demekten başka ne şansları var?
peki ya ben ne diyebilirim? içimdekileri kime bağırabilirim? pencereyi açıp bağırsam kim duyacak? "anlıyorum kardeşim" desem, "ne anlıyosun lan?" dese, kardeşim, kardeşlerim, abilerim ablalarım amcam dedem ninem, ne diyebilirim?
kardeşimin sözlerini okuduğumdan beri şu mısra var aklımda:
"ah, carl, while you are not safe I am not safe"
yan yana oturduğumuz sıralardayız şimdi. elimi bacağına koyuyorum. sıkıyorum. buradayım. duy beni oradan, tamam mı?
sen o tabuttaysan, ben de oradayım, sen güvende değilsen, ben de değilim, "memleketinizi alın"sa eğer, benim de memleketim değil orası, benden de alsınlar, sen haykırdığın sürece, ben de haykıracağım. bunların bir anlamı var mı bilmiyorum. ama ne kadar anlam varsa yaratabileceğim, onun için buradayım, yanındayım.
***
bugün yoruldum. başım ağrıdı. nefret ettim. herkese tavsiye ederim.
"Su an o tabutta askerlik yapmis, yapan herhangi birimiz de olabilirdik, ben su an kendimi o tabutun icinde hissediyorum.. Memleketiniz sizin olsun, bizi rahat birakin artik..Biz bundan sonra rahat uyuyamicaz, bari sen rahat uyu Sevag.."
evet, sevag ölmüştü. daha önce öldürdükleri gibi. daha önce öldürmeye başladıkları günde. 24 nisan'da. bir de üstelik bayramda. sevag'ı öldürdüler. şaka dediler. buna inanabilirmişiz gibi. sanki ellerine devletin zorla silah verdiği iki kişi birbirini öldürdüğünde katil herhalükarda devlet olmazmış gibi. sevag'ı bir 24 nisan günü katlettiler. kardeşim buna ağlıyor, kendini o tabutta hissediyor, "alın memleketinizi" diyor, ne diyebilir başka?
***
hatırladım. telefon çalmıştı. 19 ocak'tı. "mehmet duydun mu?" demişti. "duydum" demiştim. ağlıyordum. ağlıyordu. ağladık.
***
sonra kürtleri almışlar yine, protesto edenlerin üzerine ateş açmışlar, evlerden içeri gaz bombaları... kürdistan yanıyormuş. benim buradan duyduğumu istanbul duymamış, ankara duymamış. alın memleketinizi demekten başka ne şansları var?
peki ya ben ne diyebilirim? içimdekileri kime bağırabilirim? pencereyi açıp bağırsam kim duyacak? "anlıyorum kardeşim" desem, "ne anlıyosun lan?" dese, kardeşim, kardeşlerim, abilerim ablalarım amcam dedem ninem, ne diyebilirim?
kardeşimin sözlerini okuduğumdan beri şu mısra var aklımda:
"ah, carl, while you are not safe I am not safe"
yan yana oturduğumuz sıralardayız şimdi. elimi bacağına koyuyorum. sıkıyorum. buradayım. duy beni oradan, tamam mı?
sen o tabuttaysan, ben de oradayım, sen güvende değilsen, ben de değilim, "memleketinizi alın"sa eğer, benim de memleketim değil orası, benden de alsınlar, sen haykırdığın sürece, ben de haykıracağım. bunların bir anlamı var mı bilmiyorum. ama ne kadar anlam varsa yaratabileceğim, onun için buradayım, yanındayım.
***
bugün yoruldum. başım ağrıdı. nefret ettim. herkese tavsiye ederim.
7 Nisan 2011
5 Mart 2011
library vandalisation ya da okuma tarihine notlar...
(bu yazıyı aslında sözlük'teki "kütüphane kitaplarındaki altı çizili cümleler" başlığına yazmıştım. ama burada da durmasını istedim)
kütüphane kitaplarındaki notlar, kütüphane kitaplarındaki gülücükler, kütüphane kitaplarındaki "yuh a.k."lerle yan yana anılması gereken cümlelerdir (bkz: marginalia). benim derdim de hepsiyle aslında ama, başlık enflasyonu yaratmak istemedim, çevreye saygımdan.
birkaç yıl önce, üniversiteden arkadaşlarım bir facebook grubu kurmuş, kütüphane (bkz: aptullah kuran kütüphanesi) kitaplarına ödünç alanlar tarafından yapılan müdahaleleri protesto etmişlerdi. okulda aynı alanları paylaştığım birçok insan, bunun en makul, en sağduyulu şey olduğu konusunda hemfikir olarak o gruba üye olmuş, kitapları çizenlere küfürler yağdırmışlardı. bense bu konuda asla emin olamıyordum.
üniversite yıllarım boyunca kitapların altını kurşun kalemle çizdim, not aldım, vs., kitapla işim bitince de izlerimi sildim. pürüzsüz bir işlem değildi bu tabii. ama beni arkadaşlarımın ettikleri küfürler konusunda asıl rahatsız eden, asıl kafamı karıştıran nokta, altı çizilen kitaplarla bir üretici olarak değil, bir tüketici olarak yaşadığım ilişkiydi. ben altı çizili kitapları okumaya bayılıyordum. okuduğum satırlar bir anda çoklu bir okumanın kapısını açıyordu, metin katman katman çoğalıyordu. bi `se una notte d'inverno un viaggiatore` gibi tıpkı, metni okumak, okuru okumakla iç içe geçiyordu. ufak notlar, kızgınlıklar, sevinçler, "helal olsun"lar, "allah belanı versin"ler, okuma deneyimini inanılmaz zenginleştiren bir dünya açıyordu önünüze. evet, herkesin yönelttiği argüman, "altı çizili satırların bir şartlandırma yarattığı ve sonraki okurları yönlendirdiği", doğruydu, ama bu kaçınılmaz da değildi, direnmek mümkündü.
ben yine de, başkalarının izlerini takip etmeye bayılsam da, kendi izlerimi bırakmak konusunda çekingen davrandım. o kadar arkadaşım yanılıyor olamazdı, bana da küfretsinler istemiyordum.
tarih master'ına başladıktan sonra, benim için çok kişisel olan bu mesele, akademik açıdan da başka bir yere oturdu, bunu fark ettim. okuma tarihi için en önemli şeydi marginalia, insanların okudukları kitapları nasıl okuduklarını, onlardan nasıl etkilendiklerini, metni nasıl değiştirdiklerini/bozduklarını/yorumladıklarını anlamanın en önemli yoluydu. o 'yaban ülke'de (bkz: l.p. hartley) yaşayan insanların iç dünyalarına açılan müthiş bir kapıydı. hem kültür tarihçileri hem de düşünce tarihçileri için olmazsa olmazdı. üstelik kendi çalıştığım masaüstü oyunları için de bu elzemdi, çocukların oyunların kurallarına ne kadar uyduklarını, o kuralları nasıl bozduklarını görmem gerekiyordu.
ben yine de çekingendim. post-it'lere bağımlıydım. ta ki bir ay kadar önce, bir arkadaşımla yaptığım uzun otobüs yolculuğu sırasında, onun yanımda kitabı haşır huşur çizmesi ve benim de aklımı çelmesine kadar. ben de, örneğin bir sayfaya post-it yapıştırdıysam, o sayfadaki veya yan sayfadaki diğer önemli noktaların kenarına ufak işaretler koymaya başladım. post-it'ten tasarruf edip amazonların korunması konusunda da önemli bir iş yapıyordum. çevreci olduğumu söylemiştim en başta.
birkaç gün önce oxford'un ana kütüphanesinden (bkz: bodleian library) bir mail aldım. konu bölümünde "library vandalisation" yazıyordu. tövbe, kütüphane vandalı olmuştum. öncelikle bodleian'ın bir referans kütüphanesi olduğunu, kitapların dışarı çıkartılamadığını, orada ayırttığınız kitapları her gün görevlilere teslim etmeniz gerektiğini, onların sizin için kitapları bir hafta süreyle sakladıklarını belirteyim. yutkunarak mektubu açtım. yüzlerce yıllık bir kütüphane olarak, elbette, kitaplarına çok önem veriyorlardı, tabii, ve gelecek nesillere bu kitapları aktarmak için, anlıyorum, bu elzemdi. oysa ben, eyvah, kitaplardan birine post-it yapıştırmıştım, ama evet, üstelik, oh no, bazı sayfalarda kalem izleri vardı, demeyin, mümkünse, şu saatte ofiste buluşmalıydık, tabii cezamız neyse, best wishes, küfreder gibi mektup at sonra best wishes de oh.
netice olarak kütüphane sorumlularından biriyle görüşmeye gittim, mailde anlattığı gelenekler/gelecek nesiller/sağlıklı dişler konulu kompozisyonu bir kez de canlı yayında dinledim. "yani senin altını çizdiğin yerler başkasının kafasını karıştıracak" diyince, "aslında benim o konuda farklı bir fikrim var" dedim, "nedir?" diye sormadı. "ben de sözlüğe yazarım" dedim, "which dictionary?" dedi. cahil.
karışık bir konu bu, kabul ediyorum. kitapların fiziksel ömrünün azalması, "diğer okurları yönlendirme" argümanından daha ciddiye aldığım bir nokta. ama yine de, gelecek nesillerden bahsediyorsak eğer, gelecek nesillerin bizi anlaması için, marginalia'ya ihtiyaçları olacak. ve bu dijital reprodüksiyon çağında, kitapların saf, temiz, dokunulmamış halleri her zaman bulunabiliyor olacak. burada örneğini gördüğümüz disipline edilmiş okur pratikleri sayesinde asıl bulunması zor olan ise, okurların bu kitapları nasıl okuduğunu, okuyarak kendi hikâyelerini nasıl yazdığını anlamak olacak.
ps. evet, post-it'ler de yasak ve zararlıymış.
kütüphane kitaplarındaki notlar, kütüphane kitaplarındaki gülücükler, kütüphane kitaplarındaki "yuh a.k."lerle yan yana anılması gereken cümlelerdir (bkz: marginalia). benim derdim de hepsiyle aslında ama, başlık enflasyonu yaratmak istemedim, çevreye saygımdan.
birkaç yıl önce, üniversiteden arkadaşlarım bir facebook grubu kurmuş, kütüphane (bkz: aptullah kuran kütüphanesi) kitaplarına ödünç alanlar tarafından yapılan müdahaleleri protesto etmişlerdi. okulda aynı alanları paylaştığım birçok insan, bunun en makul, en sağduyulu şey olduğu konusunda hemfikir olarak o gruba üye olmuş, kitapları çizenlere küfürler yağdırmışlardı. bense bu konuda asla emin olamıyordum.
üniversite yıllarım boyunca kitapların altını kurşun kalemle çizdim, not aldım, vs., kitapla işim bitince de izlerimi sildim. pürüzsüz bir işlem değildi bu tabii. ama beni arkadaşlarımın ettikleri küfürler konusunda asıl rahatsız eden, asıl kafamı karıştıran nokta, altı çizilen kitaplarla bir üretici olarak değil, bir tüketici olarak yaşadığım ilişkiydi. ben altı çizili kitapları okumaya bayılıyordum. okuduğum satırlar bir anda çoklu bir okumanın kapısını açıyordu, metin katman katman çoğalıyordu. bi `se una notte d'inverno un viaggiatore` gibi tıpkı, metni okumak, okuru okumakla iç içe geçiyordu. ufak notlar, kızgınlıklar, sevinçler, "helal olsun"lar, "allah belanı versin"ler, okuma deneyimini inanılmaz zenginleştiren bir dünya açıyordu önünüze. evet, herkesin yönelttiği argüman, "altı çizili satırların bir şartlandırma yarattığı ve sonraki okurları yönlendirdiği", doğruydu, ama bu kaçınılmaz da değildi, direnmek mümkündü.
ben yine de, başkalarının izlerini takip etmeye bayılsam da, kendi izlerimi bırakmak konusunda çekingen davrandım. o kadar arkadaşım yanılıyor olamazdı, bana da küfretsinler istemiyordum.
tarih master'ına başladıktan sonra, benim için çok kişisel olan bu mesele, akademik açıdan da başka bir yere oturdu, bunu fark ettim. okuma tarihi için en önemli şeydi marginalia, insanların okudukları kitapları nasıl okuduklarını, onlardan nasıl etkilendiklerini, metni nasıl değiştirdiklerini/bozduklarını/yorumladıklarını anlamanın en önemli yoluydu. o 'yaban ülke'de (bkz: l.p. hartley) yaşayan insanların iç dünyalarına açılan müthiş bir kapıydı. hem kültür tarihçileri hem de düşünce tarihçileri için olmazsa olmazdı. üstelik kendi çalıştığım masaüstü oyunları için de bu elzemdi, çocukların oyunların kurallarına ne kadar uyduklarını, o kuralları nasıl bozduklarını görmem gerekiyordu.
ben yine de çekingendim. post-it'lere bağımlıydım. ta ki bir ay kadar önce, bir arkadaşımla yaptığım uzun otobüs yolculuğu sırasında, onun yanımda kitabı haşır huşur çizmesi ve benim de aklımı çelmesine kadar. ben de, örneğin bir sayfaya post-it yapıştırdıysam, o sayfadaki veya yan sayfadaki diğer önemli noktaların kenarına ufak işaretler koymaya başladım. post-it'ten tasarruf edip amazonların korunması konusunda da önemli bir iş yapıyordum. çevreci olduğumu söylemiştim en başta.
birkaç gün önce oxford'un ana kütüphanesinden (bkz: bodleian library) bir mail aldım. konu bölümünde "library vandalisation" yazıyordu. tövbe, kütüphane vandalı olmuştum. öncelikle bodleian'ın bir referans kütüphanesi olduğunu, kitapların dışarı çıkartılamadığını, orada ayırttığınız kitapları her gün görevlilere teslim etmeniz gerektiğini, onların sizin için kitapları bir hafta süreyle sakladıklarını belirteyim. yutkunarak mektubu açtım. yüzlerce yıllık bir kütüphane olarak, elbette, kitaplarına çok önem veriyorlardı, tabii, ve gelecek nesillere bu kitapları aktarmak için, anlıyorum, bu elzemdi. oysa ben, eyvah, kitaplardan birine post-it yapıştırmıştım, ama evet, üstelik, oh no, bazı sayfalarda kalem izleri vardı, demeyin, mümkünse, şu saatte ofiste buluşmalıydık, tabii cezamız neyse, best wishes, küfreder gibi mektup at sonra best wishes de oh.
netice olarak kütüphane sorumlularından biriyle görüşmeye gittim, mailde anlattığı gelenekler/gelecek nesiller/sağlıklı dişler konulu kompozisyonu bir kez de canlı yayında dinledim. "yani senin altını çizdiğin yerler başkasının kafasını karıştıracak" diyince, "aslında benim o konuda farklı bir fikrim var" dedim, "nedir?" diye sormadı. "ben de sözlüğe yazarım" dedim, "which dictionary?" dedi. cahil.
karışık bir konu bu, kabul ediyorum. kitapların fiziksel ömrünün azalması, "diğer okurları yönlendirme" argümanından daha ciddiye aldığım bir nokta. ama yine de, gelecek nesillerden bahsediyorsak eğer, gelecek nesillerin bizi anlaması için, marginalia'ya ihtiyaçları olacak. ve bu dijital reprodüksiyon çağında, kitapların saf, temiz, dokunulmamış halleri her zaman bulunabiliyor olacak. burada örneğini gördüğümüz disipline edilmiş okur pratikleri sayesinde asıl bulunması zor olan ise, okurların bu kitapları nasıl okuduğunu, okuyarak kendi hikâyelerini nasıl yazdığını anlamak olacak.
ps. evet, post-it'ler de yasak ve zararlıymış.
2 Mart 2011
bloguma dokunma
bu blog şu an, türkiye'de dns ayarı bok püsürü yapmamış kimseler tarafından açılamıyor. çünkü digiturk-google-devlet arasındaki ağzına sıçılası çekişme, blogger'ın toptan yasaklanmasına sebep olmuş. blogumadokunma diye bir inisiyatif kuruldu hemen, bu da bildirileri. bir yandan bu mücadeleyi verirken, bir yandan da internetle copyright ilişkisini çok kapsamlı biçimde düşünmek gerekiyor, internet iktidarların çarpıştığı bir alan olarak hayatımızı git gide daha çok etkiliyor zira.
****
Bir ülkenin internet deneyimi ve tarihinin sansürlerle anılması çok trajikomik bir durumdur. İnternetin özü olan birey haklarının ve bireysel özgürlüklerin kısıtlanması, sosyal medya dünyasının özüne tamamen aykırıdır.
Bizler, Türkiye’nin dört bir yanından profesyonel veya amatör olarak blog tutanlar, internette günlük yaşantılarını ve birikimlerini ve deneyimlerini diğer insanlarla paylaşma hevesiyle tutuşan herkes, gelişmeleri endişe içinde izliyoruz.
5651’nci nolu kanunun esnekliğinden mütevellit, 1 Mart 2011 günü, Google’a ait olan ücretsiz blog servisi Blogspot, Digiturk grubunun açmış olduğu dava sebebiyle erişime kapatılmıştır. Süper Toto Süper Lig’in yayın haklarının sahibi olan Digiturk bu davada, korsan olarak LigTV’nin yayınını yapan kişilere karşı kendi haklarını savunmak amacıyla hukuki süreç başlatmıştır. Ancak ilgili kanun gereği yasaklamalar, sitelerin adresleri ve alt-domainleri üzerinden değil;, IP adresleri üzerinden yapılması sebebiyle Blogspot’a ait olan birçok ilişkili IP aralığı erişime kapatılmıştır, böylelikle de binlerce blogger’ın kişisel sitesi sansür kurbanı olmuştur. Bazı bloglara bazı anlarda girilmesinin sebebi ise aynı IP üzerinde birçok blogun yer alması ve aslında her IP’nin yasaklanmamış oluşudur.
İlgili kanunun esnekliği ve nelere yol açtığını geçmişte birçok kez görmüşken, devlet sansüründen dolayı binlerce site yasaklanıyorken, Digiturk ve Google’dan daha duyarlı davranmalarını beklemek tüm blogger’ların hakkıdır. YouTube’daki korsan maç yayınlarını kaldırmak için yapılan özel yetki anlaşmasının bir benzerinin de Blogspot için yapılması ihtimal dışı değildir. Bugüne dek Digiturk ve Google bu konuda masaya niçin oturmamışlardır? Google kendi kullanıcılarının hakkını neden savunmamaktadır? Digiturk böyle bir topyekün sansürün yaşanacağını bile bile neden hâlâ, tek amaçları düşüncelerini diğer insanlarla paylaşmak olan bloggerları mağdur etmektedir? Öte yandan, Türkiye Cumhuriyeti’nin yasa koyucuları, vatandaşlarının ifade özgürlüğü hakkının gasp edilmesine neden hala göz yummaktadır?
Kaldı ki, bu korsan yayınları yapmaya devam edecek olan kişilerin teknik bilgileri yüksek olduğundan, yasaklanmaktan etkilenmemektedir; tam tersine bu sansür tek amacı blog tutmak olan kişileri etkilemektedir.
Digiturk, Google ve Türkiye Cumhuriyeti devletini artık bu sansür ayıbına karşı duyarlı olmaya, tüm sansür karşıtı olan internet kullanıcılarını bu harekete katılmaya ve tüm basın mensuplarının ifade özgürlüğüne destek vermeye davet ediyoruz.
Tüm Blogger’lar adına,
Bloguma Dokunma
http://facebook.com/blogumadokunma
http://blogumadokunma.tumblr.com
blogumadokunmailetisim@gmail.com
****
Bir ülkenin internet deneyimi ve tarihinin sansürlerle anılması çok trajikomik bir durumdur. İnternetin özü olan birey haklarının ve bireysel özgürlüklerin kısıtlanması, sosyal medya dünyasının özüne tamamen aykırıdır.
Bizler, Türkiye’nin dört bir yanından profesyonel veya amatör olarak blog tutanlar, internette günlük yaşantılarını ve birikimlerini ve deneyimlerini diğer insanlarla paylaşma hevesiyle tutuşan herkes, gelişmeleri endişe içinde izliyoruz.
5651’nci nolu kanunun esnekliğinden mütevellit, 1 Mart 2011 günü, Google’a ait olan ücretsiz blog servisi Blogspot, Digiturk grubunun açmış olduğu dava sebebiyle erişime kapatılmıştır. Süper Toto Süper Lig’in yayın haklarının sahibi olan Digiturk bu davada, korsan olarak LigTV’nin yayınını yapan kişilere karşı kendi haklarını savunmak amacıyla hukuki süreç başlatmıştır. Ancak ilgili kanun gereği yasaklamalar, sitelerin adresleri ve alt-domainleri üzerinden değil;, IP adresleri üzerinden yapılması sebebiyle Blogspot’a ait olan birçok ilişkili IP aralığı erişime kapatılmıştır, böylelikle de binlerce blogger’ın kişisel sitesi sansür kurbanı olmuştur. Bazı bloglara bazı anlarda girilmesinin sebebi ise aynı IP üzerinde birçok blogun yer alması ve aslında her IP’nin yasaklanmamış oluşudur.
İlgili kanunun esnekliği ve nelere yol açtığını geçmişte birçok kez görmüşken, devlet sansüründen dolayı binlerce site yasaklanıyorken, Digiturk ve Google’dan daha duyarlı davranmalarını beklemek tüm blogger’ların hakkıdır. YouTube’daki korsan maç yayınlarını kaldırmak için yapılan özel yetki anlaşmasının bir benzerinin de Blogspot için yapılması ihtimal dışı değildir. Bugüne dek Digiturk ve Google bu konuda masaya niçin oturmamışlardır? Google kendi kullanıcılarının hakkını neden savunmamaktadır? Digiturk böyle bir topyekün sansürün yaşanacağını bile bile neden hâlâ, tek amaçları düşüncelerini diğer insanlarla paylaşmak olan bloggerları mağdur etmektedir? Öte yandan, Türkiye Cumhuriyeti’nin yasa koyucuları, vatandaşlarının ifade özgürlüğü hakkının gasp edilmesine neden hala göz yummaktadır?
Kaldı ki, bu korsan yayınları yapmaya devam edecek olan kişilerin teknik bilgileri yüksek olduğundan, yasaklanmaktan etkilenmemektedir; tam tersine bu sansür tek amacı blog tutmak olan kişileri etkilemektedir.
Digiturk, Google ve Türkiye Cumhuriyeti devletini artık bu sansür ayıbına karşı duyarlı olmaya, tüm sansür karşıtı olan internet kullanıcılarını bu harekete katılmaya ve tüm basın mensuplarının ifade özgürlüğüne destek vermeye davet ediyoruz.
Tüm Blogger’lar adına,
Bloguma Dokunma
http://facebook.com/blogumadokunma
http://blogumadokunma.tumblr.com
blogumadokunmailetisim@gmail.com
26 Şubat 2011
fitter. happier.
ne zamandır ne çok konuşuyorum ve ne çok çok okuyorum ama ne az yazıyorum. aslında konuştuklarımın da çoğunu yazarak yapıyorum, o zaman ne de çok yazıyorum, bir yazının içinde yaşıyorum, yazının içinde vuruluyorum, bir çok şekilde.
fitter happier'ın bu videosunu çok sevdim. ama mesele o değil. bakın birisi şöyle bir yorum yapmış:
"My friend at college was hazed in his dorm by being taken in the middle of the night, blindfolded, stripped of all his clothes but his underwear, and locked in a completely dark room with all the other freshmen, with this song playing over and over again for almost 24 hours."
nasıl? deliliğe giden yolun sol şeridi gibi duruyor bence.
o değil de (bu makalemde n. tadı yakalamak istiyorum), söyle bir şey var di mi? winamp'te müzik çalıyor normal olarak. ama durdurmuşsunuz onu, youtube'dan bi şey dinliyosunuz. ya da öyle başka bi müzik olayı, grooveshark, fizy, vs. sonra bi arkadaşınız "ahahah şunu izle lan çok komik" ya da ":( ne büyük acı" gibi bi yorumla bi video gönderiyor. yine youtube/vimeo vs. o videoyu açıyosunuz ama bu arada hızla yapmanız gereken bi şey var. dinlemekte olan müziği kapatacaksınız diğer video başlarken, sesler karışmasın diye. ama siz napıyosunuz, gidip winamp'in pause tuşuna (en güzel tuş değilse nedir?) basıyorsunuz. böylece, zaten çalmakta olan youtube vs müziği, yeni başlayan videonun sesi ve winamp müziği! muhteşem kakofoni. bunu o kadar sık yapıyorum ki, bi keresinde gerçekten birbiriyle çok iyi uyacak ve hatta progressive müzik piyasasına damardan gireceğim bi kombinasyon yapacağım, eminim. var di mi böyle bi şey?
hayata karşı heyecanlarım var, söylemiş miydim? söylemiş olamam, bu yeni.
23 Şubat 2011
"when play became not only acceptable but even encouraged for children, it also became closely associated with them. instead of youngsters joining in with the games of adults as they had in earlier generations, they now were engaged in games considered suitable for their age. society had crated and defined childhood as a separate stage of development, with its own needs and virtues, and provided it with its own activities. play and toys became the province of childhood. young people now engaged in socially defined and approved children's games, while adults pursued other forms of recreation. children no longer gambled at cards, and adults stopped playing hunt-the-bean. the generations increasingly inhabited different worlds."
(karin calvert, children in the house. the material culture of early childhood, 1600-1900, 1992)
(karin calvert, children in the house. the material culture of early childhood, 1600-1900, 1992)
3 Şubat 2011
4 Ocak 2011
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)