21 Temmuz 2011

beirut, mumford & sons ve arcade fire: bir hyde park eğlencesi




Otobüsten indiğimizde nereye gitmemiz gerektiğini gösteren insanlar vardı, gidilecek yere hareket ederek. İşaretlerin değil, hareketin kendisinin yol gösterdiği bir etkinlik her zaman heyecan verici. Aklımda büyürken izlediğim ve izlerken büyüdüğüm konser videoları var.
Karınca sürüsü insanların konser alanlarına hızlı hızlı doluştuğu, sahne arkasında son hazırlıkların yapıldığı, az sonra sahneye çıkıp 60bin kişiye aynı anda el çırpma kudreti verecek yıldızların utangaç tavırları. Bu sahnenin bir yerinde hareket ediyorum, önce bilet kuyruğu, sonra içki kuyruğu, sosnra –kaçınılmaz- tuvalet kuyruğu. Vaccines’i kaçırmışız, arkadaşlarımızı bulana, kalabalık içinde iyi bir noktaya konuşlanana kadar Beirut başlıyor. Fransızca sözlü, uzun bir zaman Fransız sandığım bu Akdeniz-Balkan kokulu New Mexico grubu benim için günün Arcade Fire’dan sonraki yıldızı. Nantes’la (J’ai que les hommes me dégoutent. Vous ne pensez qu’à ça...) açılan set, The Gulag Orkestar’la bitiyor. Keşke küçük bir salonda izlesek diyorum Beirut’u; onların müziği için belki Hyde Park doğru yer, 60bin kişi belki doğru kitle değil. Sonra Mumford & Sons çıkıyor sahneye, Little Lion Man (ki İngiltere’de onu bilmeyeni dövüyorlar) dışında henüz keşif alanıma girmiş bir grup değiller ama performansları gösteriyor ki geçen sene boyunca Ada’yı sallamasının haklı bir sebebi var. Beirut’tan çok daha iyi dolduruyorlar o büyük sahneyi ve kitleyi – bir tür Mumford’ın sahnesi iyi durumu. Sonra yeni kuyruklar, yeni yer açma ve öne kaynama çabaları, artık tamamen dolan bir alan ve işte başlamaya hazırız artık. Ready to Start’la beraber sahneye Teksas’tan Kanada’ya çıkılan bir müzik yolculuğunun zirvesindeki grup, Arcade Fire çıkıyor. Son albümleri The Suburbs’le ünlerini ve kitlelerini katlayan kalabalık topluluk, hep heyecanlı ve hep eğleniyor. Grubun lideri Win Butler’ın bu sene Grammy aldıklarındaki surat ifadesi ve “çıldırmış olmalısınız” deyişi, belki de bu grubun izleyiciyle kurduğu ilişkiyi özetliyor. Onlar her sahnede bizi yeniden kazanıyor, biz onlara onlar bize “çıldırmış olmalısınız” ifadesiyle bakıyoruz. Wake Up, artık yaşlanan ve soğuyan kalplerin gördüğü yalanlardan, No Cars Go ise hiçbir arabanın gitmediği yerlere yapılan yolculuklardan bahsediyor. Butler’ın yüzündeki ve sesindeki öfke, Intervention’ı söylerken ortaya çıkıyor, bizim lokma koyulacak ağızlardan daha fazlası olduğumuzu haykırıyor. Kalabalığın coşkusu özellikle konserin ikinci bölümünde doruğa çıkıyor, albümün ve konserin de temasını oluşturan banliyölerin şarkıları (The Suburbs) , Mayıs’ın ağıtı (Month of May) ve her şeyin yalan olduğu (Rebellion (Lies)) hep bir ağızdan söyleniyor. Gerçek aşkımıza bir mektup yazacağımıza söz veriyoruz (We Used to Wait), sonra Butler “karanlığa ihtiyacım var, birisi ışıkları kapatabilir mi?” diyor (Sprawl II), konser bitiyor. Arcade Fire, döneminin en iyi gruplarından birinden, daha fazlası olmaya doğru giderken, yollarının kesişmesine sevinen 60bin kişiyle beraber Hyde Park’ı terk ediyoruz. Etrafta “Arcade Fire Haiti’yi seviyor” afişlerinden arda kalanlar, konserden elde edilen gelirin bir bölümünün Haiti’ye yardıma gideceğini anlatıyor. Başka bir sevdiğimiz Kanadalı Naomi Klein’dan esinlenen aktivistlerin “Haiti’de Şok Doktrini’ne Geçiş Yok” eylemini hatırlıyorum. Bir de Month of May’in sözleri, eskiden şüphe duyulan ama artık inanılan Mayıs ayı çığlıkları...

Hiç yorum yok: