11 Ekim 2009

23 eylül'de ne oldu?

biraz garip.

bu blog anladığım kadarıyla günde ortalama 40 kere tıklanıyor. günden güne oldukça inişli-çıkışlı bir grafiği var gerçi ama yeteri kadar uzun, içinde birkaç yazımın olduğu herhangi bir periyoda bakıldığında ortalama hep 40 çıkıyor. son bir senenin ortalaması da 40 zaten.

yazı yazdığım günlerde 80-90'ları buluyor bu sayı, çok olmasa da üç haneli sayıları görmüş olduğu günler de var (19 ocak, 29 ocak, 27 şubat ve son olarak evvelki günkü gariplik), ki hepsinin sebebini şimdi bakınca görebiliyorum. ama bir kış gecesi eğer bir yolcu'nun kendi rekoru, garip biçimde, yazı yazmadığım bir günde, 23 eylül'de kırılmış.

nasıl oldu bu? ben o gün özellikle blog'la uğraşmadığıma eminim, 252 tik yapmayı nasıl becerdik acaba?

eğer bunun sorumlusu ya da sorumluları bu satırları da okuyorsa, bir sebep söyleyebilirler mi? 23 eylül'de noldu? yoksa bilmediğim bir şey mi var?

biraz garip.

10 Ekim 2009

I fail. I suck.

kaybettim. yenildim. daha önce hiç böyle yenilmemiştim. sarhoşum. daha önce daha beter sarhoş olmuştum. ama böylesine yenilmemiştim. güçsüzüm. bu şeyler yerlerine geçiyor ve bu şeyler bütünü yutacak bir gün.

bir gün.

bir gün.
how soon is now?

bugün bir film gördüm. bolca the smiths çalıyordu. ağladım. "noldu bir anda" diyenlere, cevap vermedim, kusura bakmasınlar ama bu oldu işte. all these things into position, all these things will one day swallow whole. ben çok pis yenildim. merhaba dünyalı. mehmet'in önünde bir k. olabilir ama doğru, şu an yenilmiş bir adama bakıyorsun. sarhoş ve üstelik yenilmişliği alkolle birleştirip nobel'e oynayamıyor.

eve geldim. yatağımda başka birisi yatıyor. adı muhteşem. nesi muhteşem bunun, gerçekten? hedefim bu değildi.

last.fm'e üye olurken hedefim kesinlikle şu değildi:

RadioheadStreet SpiritSevilen parça Şimdi dinliyor
Çal
RadioheadStreet SpiritSevilen parça5 dakika önce
Çal
RadioheadStreet SpiritSevilen parça9 dakika önce
Çal
RadioheadStreet SpiritSevilen parçaDün 08:57
Çal
RadioheadStreet SpiritSevilen parçaDün 08:53
Çal
RadioheadStreet SpiritSevilen parçaDün 08:46
Çal
RadioheadStreet SpiritSevilen parçaDün 08:42
Çal
RadioheadStreet SpiritSevilen parçaDün 08:37
Çal
RadioheadStreet SpiritSevilen parçaDün 08:33
Çal
RadioheadStreet SpiritSevilen parçaDün 08:29
Çal
RadioheadStreet SpiritSevilen parçaDün 08:25
Çal
RadioheadStreet SpiritSevilen parçaDün 08:21
Çal
RadioheadStreet SpiritSevilen parçaDün 08:16



her neyse..... and fade out again, işte...

3 Ekim 2009

might not be such a bad idea...

sabahtan beri dinmeyen hapşırıklarım, bu eve bir veda mı? geride bıraktığım toz yığını, gidişimi açıklamak için yeterli mi? gidişim, geride bıraktığım toz yığınını açıklamaya yeter mi? dinlediğim şarkı, tüm bunları anlatabilir mi?

çıkıyorum şimdi, kapısından içeri bir buçuk sene önce girdiğim evden. evle pek ilgilenmedim hiçbir zaman, ama bu odayı hep sevdim. ilk kez bu kadar benimdi burası, bir buçuk senenin beş ayını çok uzakta geçirmiş olsam da. duvarda magritte'ler (orijinalleri desem ne komik olurdu), atatürk enstalasyonları (gençliğe hitabeleri desem ne garip olurdu), dolabın içinde eskilerden bir demet, birkaç da don var, sahiplerine ulaşamadığım (... desem ne saçma olurdu).

kafam çok karışık. hapşırıyorum...



18 Eylül 2009

my daddy was astronaut or "a musical companion for a bloodless suicide"*

müzik çok önemli. müzik çok sıradan. müzik çok burada. aslında az sonra yazacağım cümleyi bol bol sündüreceğim bir yazı yazacaktım, ne zamandır niyetim oydu, niyetliydim, hazır ramazandayken (namazımda-niyazımdayım, ramazanda yanınızdayım), ve fekat olamadı. türkiye'de hâlâ "fakat" bağlacını kullanan 47 insandan biri olduğumu biliyor muydunuz?

evet, cümle. şu: "ben düşünmemek için müzik dinliyorum." belki de şu: "ben kendimle yalnız kalmamak için müzik dinliyorum." biraz da şöyle: "müzik kafama vur biraz, hissetmiyorum."

bunların hepsi iyi güzel tabii, ama işte hayat öyle bir şey ki sizin cümlelerinizi alıp kıçınıza sokuyor bazen. gözünüzden fışkıran şeyler, korkarım, cümleleriniz değil. arap kızı camdan bakmıyor ama, çoraplarınız neden ıslak?

müzik o kadar önemli bir şey ki hayatımda, orada olduğunu unutuyorum bazen. bazen normalleşiyor. alışıyorum sese, unutuyorum müzik dinlediğimi ah ah ah oy ya ne farklı şeyler söylüyorum, hiçbiriniz bunları yaşamadınız elbette. blogger oldum ya ben bir gecenin dibinde, way back then oralarda bi yerde, işte o zamandan beri kimsenin yaşamadığı şeyler yaşar oldum, çok acayip. siz de blogger'da hesabınızı açın, siz de pek yünik olun (burada google ads var beybi çok zengin olacağız).

müzik, evet. şöyle ki. yıllardır seviştiğiniz insanın aslında kadın/erkek (cinsiyetinize göre bir tanesini işaretleyin) olduğunu, ya da böyle modern cinsiyet kategorileri üzerinden vermeyelim örneklerimizi, bilmediğiniz bambaşka bir özelliği olduğunu keşfettiğinizi varsayalım. hatta siz keşfedin, ben bekliyorum. evet sevişebilirsiniz.

neyse tamam, şöyle bir şey. bir şair dostunuz var ve size şiir okur içki içerken ve yıllardır hep aynı şiirleri okuyor aslında ve bir yerden sonra her şey ezberinizde, her şeyi biliyorsunuz, artık şiirler sizin, çünkü o da sizden başka kimseye okumuyor, öyle olduğunu söylüyor en azından, önemli olan bu. sonra bir gün geliyor, yeni bir şiir yazdım diyor, ah diyorsunuz, lütfen yak onu.

araba kullanıyorsunuz. ben hayatımda 150 metreden fazla araba kullanmadım ama hey dostum, bu işlerden biraz anlarım, direksiyonun başında birisi oturmalı. her şey çok yolunda gidiyor, biliyorsunuz, araba ve yol ve diğer arabalar ve her şey zaten in its right place çünkü sabah limonlu çay üzerinize dökülmüş. sonra başka bir araba selektör yapıyor, birisi korna çalıyor, radyoda bir garip şarkı çalıyor, meğer yanlış şeritteymişsiniz yıllardır. arabayı sağdan kullanıyorsun dostum ama, direksiyon da sağda, kimse sana neden hiçbir şey söylemedi bunca zaman?

tamam. böyle zamanlar biraz garip oluyor her şey. bilmiyor değildim elbette ama bir şeylerin değişmesi için müziğin de değişmesi gerekiyordu. başka bir müzik değil ama sözkonusu olan, yo dostum yo. onlar söylemeliydi. onlar yeni bir şey söylemeliydi. yeni bir albüm de olurdu ama hayır, zaten olan bir şeylerin keşfi tabii ki daha sembolikti.

müzik çok boktan bir şey.

grinderman ve in rainbows'un 2. diski de öyle.

*başlığın ikinci yarısını l.'den aparttım. her hakkı bende, iyileşince geri vericem. geçmiş olsun.
**I've killed türkçe and it tasted so good.






31 Ağustos 2009

m. once said when he was nineteen:

böyle bir şey yazmışım, 4 seneden fazla olmuş. eski defterleri (klasörleri) karıştırmanın böyle sonuçları var işte. bolca anlamsız laf, hâlâ yerine hala, zirâ yerine zira, pardösü yerine pardesü yazan biri var (düzeltildi tabii). arada da birkaç güzel cümle, sanki.


Kalabalık yine önümdeki anlamsız koridor. Anlamsız koridor anlamsız biçimde kalabalık ama önüme koyduğum kutu boş, her zamanki gibi. Neye göre boş elbette tartışmak lazım, bana göre boş mesela, ama boşluğa göre dolu, sıfır’a göre var. Kıçımı silmeye yetmeyecek kadar para var içinde, bence yok, önümden geçip giden insanlar göre var, var ki atmıyorlar başka, doldurmuyorlar kutumu. İçimi çekiyorum yine, bütün gün sık sık yaptığım gibi. Yere eğiliyorum, elimden kayıp gitmiş yayımı alıyorum. Yerleştiriyorum kemanımı usulca, yüzyıllardır yaptığım gibi. Başlıyorum Benedictus’u çalmaya. İlk çaldığım günü hatırlıyorum. Yanımda Mozart’ı görüyorum. Deli bakıyor her zamanki haliyle, elini yavaş yavaş kaldırıyor, hızla indiriyor, müzik oluyor kulaklarımızın dehlizlerinde. İnsanlar yürüyor önümde, koşuyorlar, sürükleniyorlar. Birisi para attı şimdi kutuya, başımı öne eğdim, adet bu. Kemanımı ödüllendiriyor insanlar, beni ödüllendiriyorlar ya da pörsümüş tenimi görünce, kendilerini ödüllendiriyorlar belki de en çok, ezilene yardım etme hissiyle dolduruyorlar iyi kalplerinin her yerini. Ama yine de cimriler işte; Mozart’ın baş kemancısına bu kadar çıkıyor ceplerinden. Ani bir öfkeyle doluyor içim, şarkıyı değiştiriyorum, Dies Irae’yi çalıyorum tanrımın bana verdiği yetenekle. Hızla, güçle ve tutkuyla...Dolduruyorum kendimi tanrısal ezgiyle. Kadınlar geçiyor önümden iffetsiz sandıkları kıyafetlerle. Biz daha neleri gördük bilmiyorlar ki. Karanlık odalardaki oyunlarımızı bilmiyorlar. Sade’ın kimden ders aldığını bilmiyorlar. Geçip gidiyorlar önümden ve hayatlarından, hiçbir şey ifade edemeden, tek bir söz söyleyemeden; yapabildikleri tek şey beklemek, hissetmek ve uyumak. Sonsuza dek. Adımını atan herkesin ayağının altından pis kokular geliyor, kokuşmuş hepsi. Ben, ki banyo yapmıyorum kimbilir ne yıldır, ben ki yüzlerce senelik paçavra derim, sapsarı dişlerim, üç tane saç telim, iki büklüm bir ben, böyle kokmuyorum. Onlar, eve gidince banyo yapacaklar, kokulu sabunlarıyla birbirlerini yıkayacaklar, benden daha pis kokacaklar. Bu devrin kokuşmuşluğu bu. Hiç kimse hiçbir şey yapmıyor. Zamanlar ve mekânlar etraflarından akıp gidiyor sürekli ama bu hayatta boşluk olmaya devam ediyorlar. Kime göre boşluk elbette, konuşmak lazım. Benim kutumdan daha boşlar ama kendilerine göre çok dolular, sıfırı hiç tanımıyorlar belki.

İkiyim ben. İki parçam var. Birisi keman çalıyor, birisi dinliyor. Sanki başkası çalıyormuşçasına, zevkle, sabırla, hayranlıkla dinliyorum kendi müziğimi. Coşkuyla çalıyorum, hızla, tutkuyla, sevişerek çalıyorum kemanı, biliyorum; görüyorum. O kadar heyecanlı ki kendimi izlemek, dinlemek; kendimden geçiyorum beni dinlerken. Sonra farkediyorum, benim ritmimden başka bir ritm daha var metronun koridorunda. Ayak sesleri...Her saniye önümden geçen onlarca ayağın sesi değil ama –duymuyorum zirâ onları, zirâ ses çıkartmıyorlar, zirâ zaten yoklar, varlıkları o kadar az ki yere vurdukları topuktan geriye çamurlu bir iz kalıyor ancak, temizlik görevlisinin tek hareketiyle yok olacak. Duyduğum sesler herhangi değil. Hayat yaklaşıyor, hayatın sesleri duyduklarım, ayak sesleri...

Bir hayat yaklaşıyor aceleyle, koşar adım. Kolları uzun gelen bir pardösü var üstünde hayatın. Sarı saçları ıslak ıslak olmuş yağmurdan, su saçıyor etrafa yürürken. Ne kadar canlı diye düşünüyorum o önümden geçerken, yaşayan bir şey bu. Diğer ölüler ya da uyuyanlar fark edemezler elbette onu, ama ben anlıyorum onun farkını. Sesinden belliydi ne olduğu, şimdi de kanlı canlı bana geliyor. Kemanım Confutatis’e yeni başlamışken, etrafındaki yürüyen ölü uyuyanlara çarparak yaklaşıyor bana. Gözlerimin içine bakıyor, kemanıma bakıyor, orkestramın koroluğunu yapıyor, içindeki sesi duyabiliyorum. Alçalan yükselen tenorlar, baslar, yüce yeteneğin bütün sesleri her yerimizde. Bitiriyoruz parçayı. Selam veriyoruz birbirimize. Cebine atıyor elini. Cüzdanını çıkartıyor ve şapkanın içine koyuyor. Sonra saatini çıkartıyor, dolmaya alışık olmayan şapkama fırlatıyor. Soyunuyor sonra, etrafında kimsenin olmadığını bilerek, anadan üryan kalıyor. Olmayan birileri garip garip bakıyor ona ama o farkında değil ya da umursamıyor etrafını. Sonra gülümsüyor bana, delice gülümsüyor, Mozart’ı görüyorum onun gözlerinde. “Amadeus?” diyorum. Gülümsemeye devam ediyor ve bir anda fırlıyor yerinden. Arkasından bakıyorum hızla koşarken, metronun merdivenlerini çıkıyor, gözden kayboluyor, ayak sesleri hâlâ kulaklarımda. Koştuğunu duyuyorum, ölüme koştuğunu biliyorum, kimbilir kaçıncı kez. Sonra başka bir ses duyuyorum, kanlı canlı bir ses yine. Ama bu canlı ses, hayatın değil. Tiz bir fren sesi şehrin sokaklarını dolduruyor, Amadeus’un havada bıraktığı ve yere düşerken çıkartığı sesleri duyuyorum. Kan sesleri duyuyorum. Metrodakiler, benim Requiem çaldığımı duyuyorlar...


12 Ağustos 2009

f. once said: there is nothing so depressing as the eccentricity of a contemporary.

I always wanted to be loved by the Communist Party and the Mother Church. I wanted to live in a folk song like Joe Hill. I wanted to weep for the innocent people my bomb would have to maim. I wanted to thank the peasant father who fed us on the run. I wanted to wear my sleeve pinned in half, people smiling while I salute with the wrong hand. I wanted to be against the rich, even though some of them knew Dante: just before his destruction one of them would learn that I knew Dante, too. I wanted my face carried in Peking, a poem written down my shoulder. I wanted to smile at dogma, yet ruin my ego against it. I wanted to confront the machines of Broadway. I wanted Fifth Avenue to remember its Indian trails. I wanted to come out of a mining town with rude manners and convictions given to me by an atheist uncle, barfly disgrace of the family. I wanted to rush across America in a sealed train, the only white man whom the Negroes will accept the treaty convention. I wanted to attend cocktail parties wearing a machine gun. I wanted to tell an old girl friend who is appalled at my methods that revolutions do not happen on buffet tables, you can't pick and choose, and watch her silver evening gown dampen at the crotch. I wanted to fight against the Secret Police takeover, but from within the Party. I wanted an old lady who had lost her sons to mention me in her prayers in a mud church, taking her sons' word for it. I wanted to cross myself at dirty words. I wanted to tolerate pagan remnants in village ritual, arguing against the Curia. I wanted to deal in secret real estate, agent of ageless, anonymous billionaire. I wanted to write well about the Jews. I wanted to be shot among the Basques for carrying the Body into the battlefield against Franco. I wanted to preach about marriage from the unassailable pulpit of virginity, watching the black hairs on the legs of brides. I wanted to write a tract against birth control in very simple English, a pamphlet to be sold in the foyer, illustrated with two-colour drawings of shooting stars and eternity. I wanted to suppress dancing for a time. I wanted to be a junkie priest who makes a record for Folkways. I wanted to be transferred for political reasons (l. cohen, beautiful losers).

10 Ağustos 2009

mucizeyi beklemek/mucizeye bakmak

dolunay gecesinde, sahnede bu acayip, eşsiz, enfes adam, güzeller güzeli kaybeden, kafasında şapkası ve "goldın voys"u, waiting for the miracle'ı söylüyor, mucizeyi bekliyor.

biz, mucizeye bakıyoruz. something crazy, absolutely wrong...