(agos, derkenar, iki kasım ikibinoniki)

Bu satırları,
‘fair-trade’ (adil ticaret) sertifikalı kahvemi yudumlarken yazıyorum. Başka
türlüsünü yapmak mümkün değil. Kahve Seattle’da bir çılgınlık, fair-trade ve
organik kahve akımlarının da başını 90'lardan beri gururla Starbucks’ın da
filizlendiği bu Pasifik şehri çekiyor. Fair-trade basitçe, üretilen kahvenin,
üretildiği koşulların ve kâr marjlarının belirli bir standartta olmasını
sağlamak üzere yola çıkmış bir hareket. Herkesin demokrasiden bahsettiği son
model demokrasimiz gibi, herkesin adil ticaretle geçindiği bir kapitalizm
burada gördüğümüz. Žižek’in “hayırsever kapitalizm” olarak nitelendirdiği bu
yeni tüketim modelinde, müşteriler artık sadece kahveyi tüketmiyor, aynı zamanda
etik davranmanın, yoksul üreticiler için bir şey yapmanın hazzını satın alıyor.
Kölelik karşıtı
hareket nasıl ki köleliğin kendine yeni bir anlam bulduğu sömürgeciliği
sorgulamamış, hatta alternatif olarak yeni yükselmekte olan başka bir sömürge
coğrafyasını, Hindistan’ı öne sürmüşse, fair-trade’in de kapitalizmde ahlaki
bir yumuşatmaya yol açtığını bile söylemek zor. Kahve üreticilerinin gerçekten bu
anlaşmalardan kârlı çıktığı konusunda kesin bulgular olmadığı gibi, fair-trade
standartlarına ulaşmak için üreticilerin daha fazla masrafa girmek zorunda
kaldığı biliniyor.
Ama böyle bir
karşılaştırmayı haklı çıkartan belki de en ilginç detay, çiftçilere şart koşulan
maddelerden birinin tüm çocuklarının okula gidiyor olma zorunluluğu. Sömürgeci düzenin
eğitim takıntısını bilen, sömürgeyi bir medeniyat ihracatı, ‘beyaz adamın yükü’
olarak pazarlayan sömürgecilerle tanışık olanlar için fair-trade’in ne kadar
adil olduğu oldukça şüpheli. Bunu McDonald’s’tan aldığımız çok adil
kahelerimizle tartışmaya devam edebiliriz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder