londra'yı çok seviyorum.
ilk cümle bu olmalı. en bi gerçek cümle bu ingiltere hakkında kurabileceğim. bundan sonra yazacaklarım içinde mutlaka bol miktarda yalan, abartma, kendimi hayatta koyduğum yere bağlanan, estetize edilmiş uydurmalar, kelimelerinin güzelliğinden başka pek de bir şey ifade etmeyen oyuncu cümleler olacaktır. okuru uyararak devam ediyorum.
londra'yı çok seviyorum. çok sevmiştim. "güzel yurdumuz avrupa'yı tanıyalım" konulu 2007 interrail gezmesinde gelmiştim ilk kez. aslında gezinin londra ayağı, geri kalandan biraz farklıydı. ekip arkadaşlarımın farklı olmasının dışında, bir de "desire object"i vardı londra'ya gelişin: zizek (z'lerin şapkasını bulamadım, iyi mi?). zizek iyiydi, ama camden town'dan daha iyi değildi. 5 pound'luk çin yemekleriyle yarışması da pek mümkün değildi. ama sonuç olarak, "zizek? oh yes, my cup of tea"ydi, başkaları ne derse desin.
londra'yı çok seviyorum. ama önce başka bir şey anlatmalıyım. ben gezi yazılarını çok seviyorum. seviyordum. küçükken romanlardan (ve özellikle jules verne'den, doğal olarak) başka en istikarlı biçimde okuduğum türdü. önce gülten dayıoğlu'na bayıldım, sonra, err, utanarak söylüyorum, orhan kural'a. orhan kural'ın hayatındaki en büyük hayranlarından biri olabilirdim gerçekten. okuduğum her yerini tek tek işaretlediğim kitaplarımın tümü imzalıydı. bir çocukluk sevdası olarak devrini kapadıktan sonra, hayatımdaki yerleri oldukça seyreldi gezi yazılarının. bu serüvenin orhan kural'da takılması bir tesadüf mü bilmiyorum. enis batur'un "amerika büyük bir şaka sevgili frank, ama biz ona ne kadar gülebiliriz?"i pek güzeldi. önce ismini çok sevdim, sonra orhan kural'ı 'birazcık' aşan tarzını. uzun yıllar boyu hayatıma giren birkaç önemsiz kitaptan sonra (yazarları çok üzüldü, biliyorum ama bu blog'da ben doğruları söylemek zorundayım her zaman) bordeaux'ya "iki deniz arasında kara topraklar"ı götürdüm. enis batur'la aynı kitapçıya aşık olduğumuzu fark ettim. kitabı babamla türkiyeye gönderdiğimde, bana yük yapmasın diye, yarılamış mıydım bilmiyorum.
gittiğim yerler hakkında yazmak da çok iyi fikirdi, ama hep gitmeden önce. gittikten sonra mutlaka yol yazıları yazdım, ama bunlar yolda olmak hakkında yazılardı, "bir yol hikâyesi"ydi çoğu zaman, gidilen yerlerden çok giden beni anlatıyorlardı. aslında yazı denebilecek şeyler de değildi pek, yazılmış şeylerdi, şüphe yok, ama not demek daha doğru olur o ufak şeyler için. pek çoğu defterlerin sayfalarında kaldılar, çıkarılacakları günü bekliyorlar, muhtemelen hiç çıkarılmayacaklarını bilerek...
londra'yı çok seviyorum, neticede. 2007'de çok sevmiştim. şimdi daha çok sevdim. sokaklarını çok sevdim. cctv'ler önünde yürümek beni mutlu ediyor. "on display" yaşamayı sevdiğimi bilenler, bilmeyenlere anlatabilir. kameraların diğer tarafında izleyen birilerinin olması, içimdeki teşhirciyi açığa çıkartıyor, sokakta yürümekten tahrik oluyorum. yağmuru da sevdim, yağmuru hep sevmişimdir. güneşi hiç görmeden yaşayabilirim, yaşayabileceğimi sanıyorum, bunu denemek istiyorum ("buralar çok soğuk" diye beni kandıran ve yanıma sadece bot aldıran arkadaşlarımı da sevdim, ama yağmurlu londra sokakları kadar değil, onu da belirtmeliyim).
londra'yı çok seviyorum. pub'ları ve guinness'i de öyle. guinness'in üzerindeki köpüğün ekmeğe sürülüp yenebileceğini düşünüyorum. dışarı çıktığımız her akşam, garip, kuytu mekanlardan önümüze fırlama ihtimali olan geleceğin meşhur ya da tutunamamış genç yeteneklerini fark etmek beni heyecanlandırıyor. "bleech'i yıllar önce canlı izlemiştim" diyeceğim bir gün, biliyorum. belki karşımdakiler "bleech mi, o ne?" diyecekler, ama ben biliyorum, onlar benim hayali geleceğimde ingiltere listelerine 7. sıradan girdiler ve hızla yükseliyorlar. her ekranında ayrı bir maç izlenen, farklı maç izleyen farklı farklı insanların birbirlerinin maçlarıyla, maçların skorlarıyla, takımların durumlarıyla göz ucundan da olsa ilgilendiği, birbirlerine karşı sempati gösterdiği ve empati kurduğu spor barlarının, ucuza tavuk kanatlarının da hastasıyım. atletico madrid'e elenen galatasaray'dan çok hoşlandığımı söyleyemem, ama bizimkisi toparlanmayacak bir şey değil...
antikacı kafası en sevdiğim kafalardan biri değil, itiraf etmeliyim ki. ama içinde bir sürü eski oyuncakçı olan portobello road market'tan etkilenmediğimi söylersem ayıp ederim. hele ki walt disney'in çeşitli pamuk prenses uyarlamalarında cadı'yı başarıyla canlandırdıktan sonra oraya bir stand açan teyze apayrı bir iz bıraktı bende.
en bir güzeli kesinlikle brick lane'di ama. gentrify olmakla olmamak arasında kalakalmış, alterno kafalara kucak açmış, hint mahallesine sırtını dayamış, sokaklarına graffitilerine, ufak tefek pek tarz dükkanlarına, içine her bi şeyi tıkıp tarz yapan casa blue'suna, içinden bleech'i çıkarttığımız gece kulüplerine, üzerinde biralarımızı açıp cipslerimizi çıtırdattığımız çöp kutusuna, her bir şeyinin hastası oldum o mahallenin. büyüyünce orada yaşayacağım.
camden her zamanki gibiydi, sanırım. geçen sefer içine girip saatlerce oyalandığım muhteşem ve minnacık oyuncakçıdan bu kez elim dolu çıktım, en büyük fark buydu herhalde. "junta"yı yıllardır arıyordum, gerçekten. sadece kendim için de değil, b. ve e. için de. heyecanla ve coşkuyla döndüğümde, onların da meğerse bulmuş olduğunu öğrendim. yine de güzel bir şey insanın kendi personal junta'sı (jesus da bundan daha farklı bir şey değildir neticede) olması...
aslında eksik anlatıyorum baştan beri, bu londra seyahati değildi, bir tür "ingiltere gezisi" denmeli, ne de olsa colchester'a da gittim. essex üniversitesi'nin ikamet ettiği bu şirin east anglia beldesi, hoşça bir yer. sincapları var bir sürü, benim de bir sürü sincap fotoğrafım oldu, hayatımda böylece bir tür yer tutacak her zaman. gitmişken ziyaret ettiğim essex'in tarih bölümü "aa biz size gönderdik kabul'ünüzü" dedi, o da öyle bir anektod oldu. para olmadıktan sonra essex'e niye giderim bilmiyorum ama, anektodyenlik sevdiğimiz bir müessese neticede. english breakfast'ın dibine de colchester'da vurdum. bir de çok garip bir asansöre bindim essex'in kütüphanesinde, böyle hiç durmayanından. bir tür dönme dolap ama yanlarından bastırılmış, iki kabinli bir asansöre dönüştürülmüş. kat aralarında "hop" atlıyoruz içine. saçma neticede. ama tam bir tur atanlarda zaman kayması oluyormuş diyorlardı, denemedim. bir daha gidersem belki denerim. zaman kayması da kaymak tabakasının elinden alınıp işçi ve köylülerle paylaşılması gereken bir zama(n)zingo. biz öyle gördük.
"ben fish&chips yemeden ingiltere'den dönmem" lafını, dönmemenin bir yolunu bulurum belki diye söylemiştim aslında, ama beni bir tek anlayan ve maalesef yanlış anlayan arkadaşlarım sayesinde fish&chips yemeye de gittik, wivenhoe adlı pek hoş bir köye. dünyaca meşhur fish&chips'çinin kıbrıslı rum çıkması, biz kapıdan içeri girer girmez "yunan mısınız?" diye soruşu, bizim de işin garibi türkiyeli türk ve kıbrıslı türk oluşumuz pek acayipti. ben çok tok, porsiyon çok fazla, patatesler de biraz kofti olduğundan fish & chips maceramız "ada'da çözüm" ortak dileklerinde buluşmak dışında hayırlara pek vesile olmadı. ama wivenhoe'da deniz kenarı ve mehtap ve soğuk ve de kendini köpek sanan bir adet kedi, vivinhö diye okumaktan salakça bir zevk aldığımız bu ufak muhiti güzel yaptı. "ne de güzel muhitimizdin sen vivinhö" şarkılarıyla tattık guinness'imizi. gecenin bir yarısı god'ın vivinhö'sündeki pub'da beyaz şarap içen arkadaşlar bizden değildi, hiçbir zaman bizden olmamışlardı.
londra'da hmv ama en çok da rough trade beni büyülediler. rough trade ne güzel bir kafanın yaptığı bir dükkandır, müziği seven insanların müzik dükkanı bu kadar mı güzel olur, ben burada yaşasam ve ölsem bana yeter, özleyenim olur mu acaba saçmalamalarıyla doldurmak istiyorum burayı. bir de bunu söylemek hafiften utanç verici ama allsaints diye bir şey varmış. vay anasını bir şeymiş o da. onlar nasıl kıyafetlermiş öyle. laf arasında geçiriyorum belki kimse fark etmez. ingiltere'de okursam rough trade'e iş başvurusu yaparım kesin. bu da böyle bir gelecek hayali olsun.
londra'da olmanın en güzel taraflarından biri, sanılanın ya da söylenenin aksine, yemekler. evet ingiliz mutfağında iş yok gerçekten de, bize ne bundan? her bir şeyin pek ucuza satıldığı süpermarketler, pis ama pek güzel sokak satıcıları, türkiye'deki muadillerinden kesinlikle daha pahalı olmayan ve tüm dünya lezzetlerini kucaklamış orta büyüklükte milyonlarca restoranı var. gelsin sushi gitsin ne istiyorsanız, gerçekten.
bir de the xx vardı elbette. 2 mart'ta shepherd's bush'ta çıkıyordu bu 19 yaşlarında, yaşlarından ve tiplerinden çok öte müzik yapan arkadaşlar. aylar önceden "sold out"tu. biz brc'yle bir ümit gittik kapıya. irlandalı (dazlak, kısa boylu, göbekli) ve jamaikalı (rastalı, uzun boylu, zayıf) bir karaborsa mafyasının içinde kaldık. aşık atamadıklarımız 12.5 pound'luk bileti 100'e, biraz atabildiklerimiz 30'a satmaya çalıştı. ama biz beceremedik oyunu oynamayı... bir buçuk saatlik beklemenin karşılığı, kös kös camden'a gitmek, ahırların içinde smiths çakması bir grup dinleyip eğlenmek oldu.
yanımda yine defterim vardı. bu kez dalga geçecek bir de arkadaşım. deftere yazılanlar ve üstü çizilenler vardı, üstü çizilmeden bekleyenler de. "design museum", "toy museum", ve "ucuza forma" maddeleri hâlâ okunabiliyor defterde (sadece benim tarafımdan gerçi).
şunlar da şimdi çizilmeyi bekliyor, oradayken tutulan, geleceğe notlardı. hep beraber bakabilir, hayali ya da gerçek defterlerimizde üstlerini çizebiliriz:
*je ne vois pas la femme cachée dans la forêt.
*blackout companion
*babel-line.co.uk
*www.britishleisureshow.com
bir de şey. londra'yı çok seviyorum. londra'yı mümkün ve bol muhabbetli kılan arkadaşlarımı da. teşekkürler hepsine, en çok da brc'ye ve şişme yatağına...
bir de şu var. oyungezer forumunda girdiğim son tartışmada, "burjuva burjuva hakla hukukla ne işi var, şov yapmasın, bu işler fransa'dan yazılar yazarak olmuyor"la mücadele etmeye çalışmıştım bir nebze. eğer bu yazıyı okuyup yarın dedikodu yapacaklar varsa, easyjet londra'ya, türkiye içinde herhangi bir yere gidip gelme fiyatına götürüp getiriyor sizi. laf atmadan oraya baksınlar, belki ucuza londra'ya gider, "mind the gap" hediyelikleri alırlar sevdiklerine.
4 yorum:
uf hava ne bicim isindi biliyo musun!kalsaydin az daha, sana spor ayakkabi da alirdik hem primarktan.
Pis burjuva! =P
o değil de ne güzel ya canım ingiltereye gitmek istedi.
bisey diycem de! (bu da benim mottom oldu artik, diyorum her seferinde..)
ben her gece guiness icebiliyorum sayin mk!
ama bi daha gel de soz bu sefer vivinhöedeki o pubin dis tarafindaki tahta masalarda oturcaz.. zira havalar isindi..
hem bir sisme yataksa beni brcden ayiran ben de alirim bir tane..
You could easily be making money online in the hush-hush world of [URL=http://www.www.blackhatmoneymaker.com]blackhat seo forums[/URL], You are far from alone if you don't know what blackhat is. Blackhat marketing uses alternative or not-so-known avenues to build an income online.
Yorum Gönder