29 Mart 2010





(oyungezer'den apartmalar serisine devam ediyoruz. bu yazı, içimizdekiler-dışımızdakiler köşesinde, 2009 ekim'inde yayınlandı)

Hayatın kendisi bir alıntıdır. –Jorge Luis Borges



Kuşkusuz, şu an yapmakta olduğum şeyin, hayır, yapma biçimimin, ve evet yaptığım şeyin de –çünkü ayrılamaz bir bütünler artık- pek sembolik, pek havalı bir tarafı var. Klavyeye uzanmış kollarımın altında, çıplak tenime her an değen, sarılıklarıyla kaşındıran üç eski kitap duruyor. Klavyede vurduğum her bir tuş, sanki bu yazının doğası gereği üç kitaptan onay alıyor. Bu üç kitap yazdıklarıma renklerini bırakıyorlar. Hepsi 90’ların başında basılmış. Çok şey gördüler. Bir çocuğun bir adamdan ödünç aldığı ve sonra geri vermediği bu üç kitap, bir çocuğun bir adamdan ödünç aldığı ve belki de ilk kez şimdi geri verdiği bir okurluk ve yazarlık hikâyesinin en önemli öğeleri oldular. Bu yazının amacı, üst üste bindirilince farklıymış gibi yaparak üç tane kitap tanıtmak değil. Bu yazı beni ben yapan, yıllar yılı içime kurulmuş şeyleri dışarı çıkartıyor. Bu yazı, tarihin –çünkü aslında insanlığa söylenmiş en büyük yalandır kendisi- en büyük hırsızlığını anlatıyor.

Kaç yaşındaydım? 14 iyi bir tahmin olurdu. Yazıyordum. Birçok şey. Bir ergen olarak yazı yazıyor olmam çok garip bir durummuşçasına etrafımda oluşan “vay ne de güzel yazıyorsun, yaşından ne kadar büyük”çüleri tatmin edecek cümleler kuruyordum. “Yazarken o kadar kaptırıyorum, o kadar kendimden geçiyorum ki bir sonraki cümlem için merak ve heyecanla doluyor içim”liyordum onları. Sonra annem elimden tuttu, diğer elinde de yazdıklarımın çıktısı, sakallı adama gittik. Çok büyük, çok önemli bir yazardı, gerçi ben yazdığı şeylerin hiçbirini okumamıştım henüz. Oturduk karşılıklı, annem gitti, doktorla, daha da spesifik olarak çocuk psikologuyla oğlunu baş başa bırakan annenin “eti senin kemiği benim” bakışıyla. Yazılarımı okudu sakallı çok önemli yazar, ben de onun suratını okumaya çalıştım. “Çok acı çekeceksin” dedi. Çok acı çektim. Bir kere yazdıktan sonra, yazmak da yazmamak da, geri kalan her şeyden daha zordu, daha acı vericiydi. “Önce okur olmalısın” dedi, sonra öğrendim, Borges’ten apartmıştı o da. O isimler saydı, ben bilmediklerimi anlattım. Sonraki seferde yanında 7 tane kitap vardı. Kendi okurluk ve yazarlık hikâyesi için çok önemli 7 kitap, çok önemli 7 yazar. “Oku, getir” dedi, okudum ve götürmedim. Ben büyürken kitaplar sarardı, tozlandı, yeniden ve yeniden okundu, unutuldu ve hatırlandılar. Ama götürülmediler.

Bir okur olmayı öğrendim önce. Belki de sadece bunu öğrendim. Yazdığım şeyler azaldı, mecraları değişti. Yazılmış, o kadar güzel yazılmış onca şeyden sonra yazmaya gerek kalmadığını hissettim bazen.

“Fantastik” denen şeyin, fantezi edebiyatıyla sınırlı olmadığını, hatta fantezi edebiyatının sıkıcı sınırlılığını gördüm, Borges’i okuyunca. “Yolları Çatallanan Bahçe”lerde yaptığım yolculuklar, beni evrenin en bilinmez sırlarına, erişilmez sınırlarına götürdü. Günlerce, haftalarca, Tanrı’nın benim için yarattığı gizli bir mucize sayesinde, zihnimde 1 yıl olarak geçen sürelerce oralarda kaldım. Kitaba baktığımda sadece 10 sayfa sürmüş olduğunu gördüm. Kısa yazabilmenin erdemine saygı duydum. “Yazdıkların Borges’e benziyor” lafını, ergen suratıma bakıp “çok da yakışıklıymış” diyen teyzelerden daha fazla ciddiye almamam gerektiğini fark ettim.

İnsanı insan yapan ne varsa, tutkusu ve ihtirası, acısı ve sancısı, öfkesi ve bilgeliği ve beyazı, zencisi, yerlisi; sonra hayvanı hayvan yapan ne varsa, geyiğin korkusu, atın korkusu, tazının korkusu, ama “Aslan” köpeğin aldırışsızlığı ve “Koca Ben” ayının kudreti, sonra toprak, kimsenin sahip olamayacağı, hepsi oradaydı. Faulkner yazmıştı, “Ayı”ydı adı. Bir “novella”ydı aslında, “Kurtar Halkımı Musa” serisinin parçası olan. Bitmek bilmeyen cümleler vardı, bazıları sayfalarca sürüyordu, okur olmanın ne kadar zor, ne kadar emek isteyen bir şey olduğunu öğrendim. Her tekrarda daha çok öğrendim. Hayatın ve edebiyatın çıplaklığını, kanın ve kokunun keskinliğini, mahremin en çok da güzel yazılmış kelimelerde açığa çıktığını gördüm.

Sonra “Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu”yu aldım elime. Bir daha hiç bırakmadım. Yanında başka kitaplar taşıdığım da oldu tabii. Çok heyecanlandım bir sürüsünden, çok doldum, çok taştım, ama çıplak kolum hep bir noktasından ona değdi. Hayatım, “Italo Calvino’nun yeni romanı Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu romanını okumak üzere” olan bir okurun endişeli, çalkantılı, karmaşık, iç içe, dolambaçlı, sıkıntılı, coşkulu ve bol kelimeli ve bol kurgulu hikâyesine göbekten bağlandı. Bir okur olmanın ne demek olduğunu, okuma ve yazma eylemlerinin ne ifade ettiğini, sınırlarının nereye kadar genişletilebileceğini, tüm sınırların yok olduğu modern ötesi coğrafyalarda keşfettim. “Her öykünün bir başlangıcının ve bir sonunun olması” gerekmediğini öğrendim. Çünkü “yolcu hep yalnızca birinci sayfada görünür, sonra bir daha adı geçmez – işlevini yerine getirmiştir, roman onun öyküsü değildir...”

Kütüphanemde kendilerine ait bir yerleri oldu bu kitapların. Bu yazarların diğer kitapları -ki hepsine büyük bir açlıkla saldırdım yıllar içinde- ayrı yerlerde durdular, bu kitapların yanına giremediler. Bunlar, benim kitaplarım değillerdi, benim olan tüm kitaplardan daha çok benim olmalarına rağmen. Hep geri vereceğim günü beklediler, belki de hiçbir zaman geri gitmek istemediler. Borges, Faulkner ve Calvino, benim mi yazarlarımdı daha çok, sakallı adamın mı? Kim hak ediyordu bu kitapları? 90’larda, yani bu kitapları edindiğinde, çoktan önemli, çoktan iyi, çoktan çok takdir edilmiş bir yazar mı, yoksa bu üç kitap (ve biraz daha az olarak diğerleri) sayesinde tüm okur yazarlık serüveni çizilmiş bir çocuk mu?

Sonra Ayı’ya baktım yeniden. Şu satırları gördüm:

Geri çeviremem. Hiç benim olmadı ki geri çevireyim. Hiçbir zaman babamla Buddy Amca’nın olmadı bana bağışlayabilmeleri için geri çevirmem için, çünkü hiçbir zaman büyükbabamın malı olmadı onlara bağışlamak için bana bağışlamaları için geri çevireyim diye, çünkü hiçbir zaman koca Ikkemotubbe’nin malı değildi büyükbabama satması için bağışlamak ve geri çevirmek için. Çünkü hiçbir zaman Ikkemotubbe’nin babalarının babalarının değildi Ikkemotubbbe’ye bağışlamaları için büyükbabama satması için ya da başka herhangi bir adama çünkü Ikkemotubbe para karşılığında onu satabileceğini bulduğu, anladığı anda, işte o anda sonsuza dek onun olmaktan çıktı, babadan babadan babaya ve onu satın alan adam hiçbir şey satın almadı.

Nasıl ki toprak kimseye ait değilse, verilmek ve geri çevrilmek için, Borges, Faulkner ve Calvino da öyleydi. Onlar sakallı yazarın olmadığına göre, artık geri verebilirdim kitapları, çünkü hiçbir zaman herhangi birimize ait olamayacaklardı zaten. Kitapların arasına bu yazıyı sıkıştırmak, bir teşekkür, ama özür değil, okurluğa ve yazarlığa ve kelimelerle kurulan tüm kardeşliklere bir övgü ve bir selam, 14 yaşındaki çocuktan bana, benden sakallı yazara.

BİR OKUMA HİKÂYESİNE KİTAP
1- Italo Calvino - Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu
2- William Faulkner – Ayı
3- Jorge Luis Borges – Yolları Çatallanan Bahçe
4- Vüs’at O. Bener – Buzul Çağının Virüsü
5- Bilge Karasu – Kısmet Büfesi
6- Hulki Aktunç – Güz Her Şeyi Bilir
7- Tahsin Yücel – Ben Ve Öteki




Hiç yorum yok: