10 Nisan 2012

Türk Pasaportu/Musevi Müzesi



(agos, derkenar, otuz mart ikibinoniki)
Karaköy’de dar, karanlık bir çıkmaz sokak, Perçemli. Sokağın ucunda eski bir sinagog, Zulfaris. Kendi cehaletimden, muhakkak, daha önce duymadığım, ama saklanmışlığının da payı olsa gerek, kendisini de pek duyurmayan bir müze, ‘500. Yıl Vakfı Türk Musevileri Müzesi’.
Müze’ye girerken aklımda müzenin internet sitesinde okuduğum ‘Amaç’ bölümü var: “...700 yıllık bir beraberliğin öyküsünü, etkileşmeyi ve Türk Ulusunun insancıl hoşgörüsünü, tarihi belgeler, bilgiler ve objeler desteğinde, yurt içinde ve dışında tanıtmaktır.” Kulaklarımda bu ‘amaç’ yankılanırken geziyorum Müze’yi. Yahudilerin Anadolu’daki tarihi varlıklarıyla başlıyor hikâye, Osmanlı’nın Bursa’yı fethiyle resmi tarihimizin içinde kendine sıcak bir yuva buluyor ve ilerliyor: Engizisyon’dan kaçan Sefarad Yahudileri’nin Osmanlı topraklarına kaçışı, II. Beyazıd’ın sözleriyle “İspanya’nın fakirleşmesi, Osmanlı’nın zenginleşmesi” ve yüzyıllarca süren ‘etkileşim’, ‘hoşgörü’. 

Müze’nin anlatısı iki eksen etrafında dönüyor. Birincisi, Türklerin ne kadar yüce gönüllü ve hoşgörülü bir ‘evsahibi’ oldukları. İkincisi, Yahudilerin Türk toplumuna kazandırdıkları, ve bu kazandırdıkları sayesinde Türkiye topraklarındaki varlıklarının meşrulaştırılması. Oysa bu ‘evsahipliği’ ve ‘Yahudilerin katkıları’ söylemi, tam da bir yabancılığa, eğretiliğe, içeride hissetmemeye ve güvensizliğe işaret ediyor. Ürkek, çekingen bir “Biz de buradayız” fısıltısı Müze’ninki, “Merak etmeyin, hiçbir zararımız yok, size birçok katkımız oldu, zaten siz de hep çok iyi insanlardınız ve bizi çok iyi ağırladınız” diye devam eden. 

Ufak sergi salonundaki anlatı, en son ‘Türk Pasaportu’ filminde de anlatılan bildik hikâyeyi, Holokost’tan kaçan Yahudilerin Türk Büyükelçiler tarafından kurtarıldığını, Türkiye üniversitelerinin Yahudi Profesörleri ağırladığını anlatarak bitiyor. “Aynı anda Avrupa’da” başlıklı pano, toplama kamplarında esir düşenleri gösteriyor, “aynı anda Türkiye’de” olanların gayet iyi olduğu konusunda yüreğimizi ferahlatarak. Oysa Türkçe’de yeni yayınlanan ‘Türkiye, Yahudiler ve Holokost” kitabında Corry Guttstadt’ın anlattığı gibi, Türkiye o dönemde Avrupa’da yaşayan yaklaşık 5000 Türkiye Yahudisini vatandaşlıktan çıkartmış, bunlardan 3000’i toplama kamplarına gönderilmişti.  1942’de, Nazi zulmünden kaçan yüzlerce Yahudi’yi taşıyan SS Struma gemisi aylarca Boğaz’da bekletilmiş, yolcuların karaya çıkmasına izin verilmemiş, motoru bozulan gemi İstanbul’dan çıkartılıp başı boş bırakıldıktan birkaç saat sonra Sovyet torpidolarınca patlatılmıştı. Yine aynı yıl çıkartılan Varlık Vergisi, ‘milli burjuva’ yaratmanın bir aracına dönüşmüş, Yahudiler, diğer Müslüman olmayan azınlıklarla beraber varlıklarından edilmiş, birçoğu sürgüne gönderilmişti. Müze’de bunlar olmadığı gibi, Avrupa’da Türk Büyükelçiler tarafından kurtarılabilecek Türkiye vatandaşı Yahudiler olmasının sebebi de anlatılmıyor. Başta 1934’teki ‘Trakya Olayları’, Cumhuriyet’in ilk yıllarında yaşanan birçok olay Türkiye Yahudileri’ni daha güvende olacaklarını düşündükleri Avrupa’ya göçe zorlamıştı.
  
Bu eksik, çarpıtılmış, devlet resmi tezleri içinde şekillenmiş anlatı, Yahudilerin Türkiye’deki varlığını, “Türk ulusunun insancıl hoşgörüsü”ne armağan ediyor; aynı ilköğretim öğrencilerinin varlıklarını ‘Türk Varlığı’na armağan etmesi gibi, uysa da ediyor, uymasa da. Aslında başka hiçbir lafa gerek yok. Binanın tarihçesinde 1985’e geldiğimizde, “çevrede ikamet eden cemaat yokluğundan” sinagogun kapandığını öğreniyoruz. Türk sevdi mi böyle seviyor işte, sevilcek insan kalmayana kadar seviyor, bu sevgi seline hiçbir cemaat dayanamıyor.


1 yorum:

S. dedi ki...

Bu herhangi bir azınlığa karşı "hoşgörülü" olmak kavramı zaten korkunç bir şey: onların "hoşgörülmesi" gerekliliği, yani esasında rahatsız olunması gerekilen, ama gönüllerin yüceliğinden hoşgörüldüğü imasının baştan sakatlığı ve bunun farkına varılmadan/umursanmadan göğüs gerile gerile anlatılması.

Ve de hayatta kalmaya devam etmek için bu "bize hep iyi davrandılar" söylemini içselleştirerek devam ettimenin zorunluluğu. Gerçekten acı.