böyle bir şey yazmışım, 4 seneden fazla olmuş. eski defterleri (klasörleri) karıştırmanın böyle sonuçları var işte. bolca anlamsız laf, hâlâ yerine hala, zirâ yerine zira, pardösü yerine pardesü yazan biri var (düzeltildi tabii). arada da birkaç güzel cümle, sanki.
Kalabalık yine önümdeki anlamsız koridor. Anlamsız koridor anlamsız biçimde kalabalık ama önüme koyduğum kutu boş, her zamanki gibi. Neye göre boş elbette tartışmak lazım, bana göre boş mesela, ama boşluğa göre dolu, sıfır’a göre var. Kıçımı silmeye yetmeyecek kadar para var içinde, bence yok, önümden geçip giden insanlar göre var, var ki atmıyorlar başka, doldurmuyorlar kutumu. İçimi çekiyorum yine, bütün gün sık sık yaptığım gibi. Yere eğiliyorum, elimden kayıp gitmiş yayımı alıyorum. Yerleştiriyorum kemanımı usulca, yüzyıllardır yaptığım gibi. Başlıyorum Benedictus’u çalmaya. İlk çaldığım günü hatırlıyorum. Yanımda Mozart’ı görüyorum. Deli bakıyor her zamanki haliyle, elini yavaş yavaş kaldırıyor, hızla indiriyor, müzik oluyor kulaklarımızın dehlizlerinde. İnsanlar yürüyor önümde, koşuyorlar, sürükleniyorlar. Birisi para attı şimdi kutuya, başımı öne eğdim, adet bu. Kemanımı ödüllendiriyor insanlar, beni ödüllendiriyorlar ya da pörsümüş tenimi görünce, kendilerini ödüllendiriyorlar belki de en çok, ezilene yardım etme hissiyle dolduruyorlar iyi kalplerinin her yerini. Ama yine de cimriler işte; Mozart’ın baş kemancısına bu kadar çıkıyor ceplerinden. Ani bir öfkeyle doluyor içim, şarkıyı değiştiriyorum, Dies Irae’yi çalıyorum tanrımın bana verdiği yetenekle. Hızla, güçle ve tutkuyla...Dolduruyorum kendimi tanrısal ezgiyle. Kadınlar geçiyor önümden iffetsiz sandıkları kıyafetlerle. Biz daha neleri gördük bilmiyorlar ki. Karanlık odalardaki oyunlarımızı bilmiyorlar. Sade’ın kimden ders aldığını bilmiyorlar. Geçip gidiyorlar önümden ve hayatlarından, hiçbir şey ifade edemeden, tek bir söz söyleyemeden; yapabildikleri tek şey beklemek, hissetmek ve uyumak. Sonsuza dek. Adımını atan herkesin ayağının altından pis kokular geliyor, kokuşmuş hepsi. Ben, ki banyo yapmıyorum kimbilir ne yıldır, ben ki yüzlerce senelik paçavra derim, sapsarı dişlerim, üç tane saç telim, iki büklüm bir ben, böyle kokmuyorum. Onlar, eve gidince banyo yapacaklar, kokulu sabunlarıyla birbirlerini yıkayacaklar, benden daha pis kokacaklar. Bu devrin kokuşmuşluğu bu. Hiç kimse hiçbir şey yapmıyor. Zamanlar ve mekânlar etraflarından akıp gidiyor sürekli ama bu hayatta boşluk olmaya devam ediyorlar. Kime göre boşluk elbette, konuşmak lazım. Benim kutumdan daha boşlar ama kendilerine göre çok dolular, sıfırı hiç tanımıyorlar belki.
İkiyim ben. İki parçam var. Birisi keman çalıyor, birisi dinliyor. Sanki başkası çalıyormuşçasına, zevkle, sabırla, hayranlıkla dinliyorum kendi müziğimi. Coşkuyla çalıyorum, hızla, tutkuyla, sevişerek çalıyorum kemanı, biliyorum; görüyorum. O kadar heyecanlı ki kendimi izlemek, dinlemek; kendimden geçiyorum beni dinlerken. Sonra farkediyorum, benim ritmimden başka bir ritm daha var metronun koridorunda. Ayak sesleri...Her saniye önümden geçen onlarca ayağın sesi değil ama –duymuyorum zirâ onları, zirâ ses çıkartmıyorlar, zirâ zaten yoklar, varlıkları o kadar az ki yere vurdukları topuktan geriye çamurlu bir iz kalıyor ancak, temizlik görevlisinin tek hareketiyle yok olacak. Duyduğum sesler herhangi değil. Hayat yaklaşıyor, hayatın sesleri duyduklarım, ayak sesleri...
Bir hayat yaklaşıyor aceleyle, koşar adım. Kolları uzun gelen bir pardösü var üstünde hayatın. Sarı saçları ıslak ıslak olmuş yağmurdan, su saçıyor etrafa yürürken. Ne kadar canlı diye düşünüyorum o önümden geçerken, yaşayan bir şey bu. Diğer ölüler ya da uyuyanlar fark edemezler elbette onu, ama ben anlıyorum onun farkını. Sesinden belliydi ne olduğu, şimdi de kanlı canlı bana geliyor. Kemanım Confutatis’e yeni başlamışken, etrafındaki yürüyen ölü uyuyanlara çarparak yaklaşıyor bana. Gözlerimin içine bakıyor, kemanıma bakıyor, orkestramın koroluğunu yapıyor, içindeki sesi duyabiliyorum. Alçalan yükselen tenorlar, baslar, yüce yeteneğin bütün sesleri her yerimizde. Bitiriyoruz parçayı. Selam veriyoruz birbirimize. Cebine atıyor elini. Cüzdanını çıkartıyor ve şapkanın içine koyuyor. Sonra saatini çıkartıyor, dolmaya alışık olmayan şapkama fırlatıyor. Soyunuyor sonra, etrafında kimsenin olmadığını bilerek, anadan üryan kalıyor. Olmayan birileri garip garip bakıyor ona ama o farkında değil ya da umursamıyor etrafını. Sonra gülümsüyor bana, delice gülümsüyor, Mozart’ı görüyorum onun gözlerinde. “Amadeus?” diyorum. Gülümsemeye devam ediyor ve bir anda fırlıyor yerinden. Arkasından bakıyorum hızla koşarken, metronun merdivenlerini çıkıyor, gözden kayboluyor, ayak sesleri hâlâ kulaklarımda. Koştuğunu duyuyorum, ölüme koştuğunu biliyorum, kimbilir kaçıncı kez. Sonra başka bir ses duyuyorum, kanlı canlı bir ses yine. Ama bu canlı ses, hayatın değil. Tiz bir fren sesi şehrin sokaklarını dolduruyor, Amadeus’un havada bıraktığı ve yere düşerken çıkartığı sesleri duyuyorum.