18 Kasım 2012

Ahlaki Kapitalizm: Kölelik karşıtı kampanyalardan fair-trade’e


(agos, derkenar, iki kasım ikibinoniki)

Kölelik nasıl ki Avrupa’nın sömürgeci deneyimiyle iç içe geçmiş bir olguysa, köleliğin kaldrılması da genelde anti-kolonyal mücadelelerin bir parçasıymış gibi düşünülür. Oysa kölelik karşıtı kampanyalar, sömürgeciliğin göbeğinde, hiç de anti-kolonyal bir tona sahip olmadan başlamıştı. 1800’lerin başında, belki de ilk modern ‘sivil toplum’ hareketini oluşturan kölelik karşıtı hareket, Afrikalı kölelere karşı bir vicdan muhasebesini elbette barındırıyordu. Ancak kampanyanın hızla yaygınlaşıp hükümet desteği de görmesi, Adam Smith sonrası ekonomi anlayışının malların ve iş gücünün serbest dolaşımını kutsamasıyla; kabuk değiştiren emperyalizmin, bir köle yerine bir ucuz işçi ve müşteri kazanmayı daha kârlı bulmaya başlamasıyla yakından ilgiliydi.


Bu satırları, ‘fair-trade’ (adil ticaret) sertifikalı kahvemi yudumlarken yazıyorum. Başka türlüsünü yapmak mümkün değil. Kahve Seattle’da bir çılgınlık, fair-trade ve organik kahve akımlarının da başını 90'lardan beri gururla Starbucks’ın da filizlendiği bu Pasifik şehri çekiyor. Fair-trade basitçe, üretilen kahvenin, üretildiği koşulların ve kâr marjlarının belirli bir standartta olmasını sağlamak üzere yola çıkmış bir hareket. Herkesin demokrasiden bahsettiği son model demokrasimiz gibi, herkesin adil ticaretle geçindiği bir kapitalizm burada gördüğümüz. Žižek’in “hayırsever kapitalizm” olarak nitelendirdiği bu yeni tüketim modelinde, müşteriler artık sadece kahveyi tüketmiyor, aynı zamanda etik davranmanın, yoksul üreticiler için bir şey yapmanın hazzını satın alıyor.

Girişte köleliğin kaldırılmasından bahsetmem bundan. 1800lerdeki köleliğin kaldırılması hareketi de çok benzer bir haz üretmişti Avrupa’da. Köle emeğiyle üretilen ürünlere, ama özellikle şekere karşı büyük bir kampanya başlamış, bazı ürünler ahlak sıralamasında diğerlerinin üzerine çıkmış ve büyük bir pazara ulaşmıştı. Özellikle İngiltere’de köle üretimi şekerin alternatifi olarak, yeni bir marka doğmuştu: Hindistan şekeri. Hindistan’da üretilen şeker bir prestij sembolü olmuş, kendilerini bu ahlaki prestijin parçası hissetmek isteyen hanımlar ve beyler, bu prestiji daha iyi gösterecek hediyelik eşya pazarına da ön ayak olmuşlardı. Kölelik karşıtı propagandayla Hindistan şekerini birleştiren bir görsellik, metal şeker kutularında, yaka düğmelerinde, çini takımlarında kendine yer bulmuştu. Tıpkı fair-trade bileklikleri, kupaları,  termosları, tişörtleri gibi...
Kölelik karşıtı hareket nasıl ki köleliğin kendine yeni bir anlam bulduğu sömürgeciliği sorgulamamış, hatta alternatif olarak yeni yükselmekte olan başka bir sömürge coğrafyasını, Hindistan’ı öne sürmüşse, fair-trade’in de kapitalizmde ahlaki bir yumuşatmaya yol açtığını bile söylemek zor. Kahve üreticilerinin gerçekten bu anlaşmalardan kârlı çıktığı konusunda kesin bulgular olmadığı gibi, fair-trade standartlarına ulaşmak için üreticilerin daha fazla masrafa girmek zorunda kaldığı biliniyor.

Ama böyle bir karşılaştırmayı haklı çıkartan belki de en ilginç detay, çiftçilere şart koşulan maddelerden birinin tüm çocuklarının okula gidiyor olma zorunluluğu. Sömürgeci düzenin eğitim takıntısını bilen, sömürgeyi bir medeniyat ihracatı, ‘beyaz adamın yükü’ olarak pazarlayan sömürgecilerle tanışık olanlar için fair-trade’in ne kadar adil olduğu oldukça şüpheli. Bunu McDonald’s’tan aldığımız çok adil kahelerimizle tartışmaya devam edebiliriz. 

Hiç yorum yok: