(agos, derkenar, iki kasım ikibinoniki)
Kölelik nasıl ki
Avrupa’nın sömürgeci deneyimiyle iç içe geçmiş bir olguysa, köleliğin
kaldrılması da genelde anti-kolonyal mücadelelerin bir parçasıymış gibi
düşünülür. Oysa kölelik karşıtı kampanyalar, sömürgeciliğin göbeğinde, hiç de
anti-kolonyal bir tona sahip olmadan başlamıştı. 1800’lerin başında, belki de
ilk modern ‘sivil toplum’ hareketini oluşturan kölelik karşıtı hareket,
Afrikalı kölelere karşı bir vicdan muhasebesini elbette barındırıyordu. Ancak
kampanyanın hızla yaygınlaşıp hükümet desteği de görmesi, Adam Smith sonrası
ekonomi anlayışının malların ve iş gücünün serbest dolaşımını kutsamasıyla;
kabuk değiştiren emperyalizmin, bir köle yerine bir ucuz işçi ve müşteri
kazanmayı daha kârlı bulmaya başlamasıyla yakından ilgiliydi.
Bu satırları,
‘fair-trade’ (adil ticaret) sertifikalı kahvemi yudumlarken yazıyorum. Başka
türlüsünü yapmak mümkün değil. Kahve Seattle’da bir çılgınlık, fair-trade ve
organik kahve akımlarının da başını 90'lardan beri gururla Starbucks’ın da
filizlendiği bu Pasifik şehri çekiyor. Fair-trade basitçe, üretilen kahvenin,
üretildiği koşulların ve kâr marjlarının belirli bir standartta olmasını
sağlamak üzere yola çıkmış bir hareket. Herkesin demokrasiden bahsettiği son
model demokrasimiz gibi, herkesin adil ticaretle geçindiği bir kapitalizm
burada gördüğümüz. Žižek’in “hayırsever kapitalizm” olarak nitelendirdiği bu
yeni tüketim modelinde, müşteriler artık sadece kahveyi tüketmiyor, aynı zamanda
etik davranmanın, yoksul üreticiler için bir şey yapmanın hazzını satın alıyor.
Girişte köleliğin
kaldırılmasından bahsetmem bundan. 1800lerdeki köleliğin kaldırılması hareketi
de çok benzer bir haz üretmişti Avrupa’da. Köle emeğiyle üretilen ürünlere, ama
özellikle şekere karşı büyük bir kampanya başlamış, bazı ürünler ahlak
sıralamasında diğerlerinin üzerine çıkmış ve büyük bir pazara ulaşmıştı. Özellikle
İngiltere’de köle üretimi şekerin alternatifi olarak, yeni bir marka doğmuştu:
Hindistan şekeri. Hindistan’da üretilen şeker bir prestij sembolü olmuş,
kendilerini bu ahlaki prestijin parçası hissetmek isteyen hanımlar ve beyler,
bu prestiji daha iyi gösterecek hediyelik eşya pazarına da ön ayak olmuşlardı. Kölelik
karşıtı propagandayla Hindistan şekerini birleştiren bir görsellik, metal şeker
kutularında, yaka düğmelerinde, çini takımlarında kendine yer bulmuştu. Tıpkı
fair-trade bileklikleri, kupaları,
termosları, tişörtleri gibi...
Kölelik karşıtı
hareket nasıl ki köleliğin kendine yeni bir anlam bulduğu sömürgeciliği
sorgulamamış, hatta alternatif olarak yeni yükselmekte olan başka bir sömürge
coğrafyasını, Hindistan’ı öne sürmüşse, fair-trade’in de kapitalizmde ahlaki
bir yumuşatmaya yol açtığını bile söylemek zor. Kahve üreticilerinin gerçekten bu
anlaşmalardan kârlı çıktığı konusunda kesin bulgular olmadığı gibi, fair-trade
standartlarına ulaşmak için üreticilerin daha fazla masrafa girmek zorunda
kaldığı biliniyor.
Ama böyle bir
karşılaştırmayı haklı çıkartan belki de en ilginç detay, çiftçilere şart koşulan
maddelerden birinin tüm çocuklarının okula gidiyor olma zorunluluğu. Sömürgeci düzenin
eğitim takıntısını bilen, sömürgeyi bir medeniyat ihracatı, ‘beyaz adamın yükü’
olarak pazarlayan sömürgecilerle tanışık olanlar için fair-trade’in ne kadar
adil olduğu oldukça şüpheli. Bunu McDonald’s’tan aldığımız çok adil
kahelerimizle tartışmaya devam edebiliriz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder