İki sene önce bu
zamanlarda, İspanyol futbolcuların fotoğrafları, ‘Viva España’ sloganları, onlara hafif ayar veren
“tamam Viva España ama, biraz da
Visca Catalunya değil mi?” laflarıyla doluydu her yer. İspanya 2010 Dünya
Kupası’nı kazanmış, finalde yendiği Hollanda’nın efsanesi Johann Cruyff “Ben
Hollanda bayrağını değil, Hollanda futbolunu tutuyorum, onu da İspanya oynuyor”
demişti. Cruyff’un tohumlarını 90’ların başında Barcelona’da attığı, bol pasa
ve çok paylaşıma dayanan ‘total futbol’una çağ atlatan Guardiola Barcelona’sına
dayanan İspanya, 2008’de de Avrupa Şampiyonu olmuştu ve tüm dünyada ‘iyilerin
kazandığı’na dair yaygın bir kabul vardı. Söz meclisten dışarı, futbolla öyle
pek alakası olmayan kimseler bile “güzel oyun” oynayan bu yakışıklı güruhu
profil fotoğraflarına yakıştırmakta hiç zorlanmamıştı.
Yine aynı dönem
geldi çattı. Euro 2012’yi de dominant bir oyunla kazanan İspanya, etrafı Viva
España’larla süsletti; ancak bu kez İspanyollar
‘iyiliğin son kalesi’ imajlarını biraz olsun kaybettiler. İspanya birçok kişi
tarafından ‘sıkıcı’ bir futbol oynamakla eleştiriliyor şimdi. Aslında total
futbolun ütopik hedefi olan santrforsuz oyunu turnuvanın büyük bölümünde
oynayan, topa inanılmaz yüzdeyle sahip olan ve devamlı pas yapan İspanya’nın,
oyun anlayışını değiştirdiğini söylemek zor. Belki de İspanya’nın en sevildiği,
‘hücum’, ‘total’, ‘güzel’, ‘romantik’, vb. futbol arayan herkesin aşığı olduğu
son yıllardaki futbolunu yeniden düşünmek gerekiyor. Daha önce“Barcelona’yı
neden tutmamak?” diye bir yazı yazmayı önermiş ama bunda yeterince ısrarcı
olamamış birisi olarak, bulduğum boş alanda biraz daha top çevirmek istiyorum.
Total futbol: Mutlak düzen
Barcelona’da
Messi’nin mucizevi varlığıyla biraz saklı kalsa da, hem onlara hem de
İspanya’ya ruhunu veren futbol anlayışı futbol romantiklerinin hayranlığını
kazanırken bazı şeylerin atlandığını söyleyebilir miyiz? Örneğin Barcelona ve
İspanya’yı anlatırken sık sık kullanılan “makine gibi işleyen bir düzen”,
gerçekten bizim peşine düştüğümüz oyun olabilir mi? Bu turnuvada gördüğümüz,
dişlilerin daha da mükemmel biçimde çalıştığı ve böylece hiçbir tesadüfe,
hiçbir müdahaleye yer bırakmayan bir oyun değil miydi? Arsenal menajeri Arsene
Wenger “İspanya kendi felsefesine ihanet etti, eskiden bu çok paslı oyunun
hedefi gol atmaktı, artık gol yememek” diyor, haksız mı? Belki de öyle. Mükemmele
ulaşan her makine gibi, İspanya da artık sadece ve sadece kendi varlığının
devamını sağlayacak bir statükoyu sürdürecek etkinliğin peşinde. İspanya kendi
felsefesine ihanet etmiyor, tam tersine, onu o kadar iyi uyguluyor ki,
futboldan zevk almamızı sağlayan birçok hata unsuru, tesadüf, karşılaşmaların
yarattığı bilinmez kayboluyor. İspanya’nın güzelliği, kendi kendinin laneti
oluyor. Futbol romantiklerine, İspanya’nın topu paylaşmasının eşitlikçiliği bir
teselli armağanı kalıyor.
Çimleri aşınan turnuva: Wimbledon
Neyse ki sporda
sürprizin ve hikâyenin bitmediği mecralar pek çok. Teniste, örneğin, Roland
Garros’un şampiyonları, erkeklerde dünyanın iki numarası Rafael Nadal ve
kadınlarda dünyanın bir numarası Maria Sharapova, şu an devam etmekte olan
Wimbledon’da erken turlarda elendiler. Bu yazı yayınlandıktan hemen sonra yeni
şampiyonların belli olacağı dünyanın en eski tenis turnuvasında muhteşem bir
mücadele yaşanıyor. Benim en heyecanla takip ettiğim hikâye Roger Federer’in,
kariyerinin sonlarında, efsane olduğu kortta yeniden şampiyon ve dünyanın bir
numarası olma çabası. Siz kendinize başka bir hikâye seçebilir, çimlerin 2
hafta sonunda ne kadarının sağlam kalabileceğini bile izleyebilirsiniz, bir
makine onu da standartlaştırana kadar – dünyada İspanya’dan daha ilginç çok şey
var.
2 yorum:
çoğu spor dalında en ufak bir zeka parıltısına dahi yer yokken; az da olsa yaratıcılık içeren spor dalları fiziksel kalite ve vücut yetenekleri tarafından tamamen massedilmiş. oyuncuların takımdan izole bireysel yetenekleri gereğinden fazla belirleyici. futbol, takım oyunun daha öne çıkması hasebiyle antrenöre hamleler yapabileceği alanı veren, yaratıcılığa ve zekaya açık bir spor.
benim diğer sporlara moronik yaklaşımım o sporun doğasına ilişkin bir sebepten çok benimle ilgili. basitçe bu oyunların tekniğini, kültürünü bilmediğimden sadece kimin kazanacağına ilişkin rekabetten keyif alabiliyorum. futbolla ilgili ilk anılarım da hep bu yönde: hasta olup dersaneye gitmediğim günler ntv'de premier lig maçlarını izlediğimi hatırlıyorum. önce kadroları, puan durumunu, maç önü-sonu hikayelerini, kısacası bağlama dair hiçbir şeyi bilmeden, sahada olan bitenden büyük ölçüde bağımsız; murat kosova'nın heyecanlı anlatımına ve skorun oynamasına odaklı bir eğlence arayışı. sonra taraftarlık parametresi üzerinden futbolu başka şekilde görmeye başlama. ve nihayetinde yeterli maç izledikten, neler olup bittiğine hakim olduktan sonra; saha içinde olup bitine tüm bağlamı içinde objektif olarak bakabilme. ironik olarak bu aşamadan sonra sahada olan biten yine arkaplana geçiyor, gözünde futbol bir kültürel moda dönüşmeye başladığından. but i digress.
sophomore essay'i havasından sıkıldığımdan noktaları birleştirmekle uğraşmayıp sonuca gidiyorum: barcelona'nın oynadığı futbol sıkıcı diyen biri ya yeterli barcelona maçı izlememiştir ya da genel olarak yeterli maç izlememiştir. barcelona'nın oynadığı futbol dolaylı olarak sıkıcı, zira a) hep kazanıyorlar, genel olarak rekabet yok b) topla hep kendileri oynadığından, maç içerisinde de rekabet yok diyen birine de futbol tarihinin en özel zamanını yaşadığımızı, içinde tarihin en iyisini de barındıran tarihin en iyi takımını, tarihin en iyi direktörü ile rekabet ederken izlediğimizi, dahası bu yıl şampiyonlar ligi'ni bunlardan birinin kazanamadığını hatırlatırım. yine de bu daha fazla üzerinde durulmayı hak eden bir nokta. mesela buna paralel barcelona'nın ön ayak olduğu olumsuz değişimlerin en yoğun halini euro 2012'de gördük: maçlarda artık repütasyona göre bir takım topla oynarken, diğeri topla oynamayıp kontradan gol aramayı kabullenmiş. aramıyor aslında da olsa hayır demez. işin ironik yanı, sözde üstün topla oynayan taraf da özel olarak gol aramıyor, zaten top bizde olduğu sürece sıkıştırırız bir tane araya kafasında top çeviriyor. guardian'da jonathan wilson bu takımların yaklaşımını heisenberg'e selamı çakarak "position or possession uncertainty principle" diye formüle etti. euro 2012'den çıkan en büyük taktiksel trend maç başlamadan ortaya çıkan proaktif-reaktif takım ayrımı, barcelona da dolaylı olarak bunun sorumluları arasında. bu problemin çözümü de düşük profilli takımların da cesur olmasından geçiyor, bielsa'nın bilbao'sunun barcelona karşısında oynadığı gibi. ya da brendan rodgers'ın swansea city'sinin yılların arsenal'ine tottenham'ına kendi sahasında top göstermemesine, genel olarak ligde "possession futbolu" oynamasına işaret ederek.
bence yazındaki temel sorun ispanya'yı ve barcelona'yı aynı kefede değerlendirmen. ispanya, vicente del bosque gibi taktiksel hünerinden çok oyuncu ilişkilerindeki başarısıyla ünlenmiş gelenekçi (meaning KORKAK) bir teknik direktör tarafınadan fazla temkinli ve defansif bir biçimde oynatılıyor. özellikle xabi alonso ve sergio busquets gibi iki defansif nitelikli orta saha oyuncusu, xavi gibi derinden oyun kurmayı seven bir oyuncu ile beraber oynatılınca, koskoca xavi maldonado gibi dama oynarcasına gereksiz yan pas yapan bir oyuncuya dönüşüyor. santrforsuz oynamanın amacı kanatlardaki oyuncuya kulvar yaratmakken, hem santrforsuz oynayıp hem de kanatlara da merkez oyuncuları yerleştirince, oyunu aşırı dar alanda oynamış oluyorsunuz. bu paranoya boyutlarındaki temkin, rakiplerin pısırıklığıyla birleşince ortaya euro 2012 çıkıyor işte.
"haksızsın ve sana laflar hazırladım" hırlığında başlayan yorumun bana parçalı da olsa hak vererek bitmesini görmek sevindirici :)
daha çok futbol izleyen ve daha çok futbol okuyan ve futbola entelektüel biçimde yaklaşan biri olduğunu kabul ederek, barcelona ve ispanya arasında koyduğun farka eyvallah diyebilirim. ancak senin de belirttiğin gibi, ispanya'nın sıkıcılığının nüvesinin barcelona'da da potansiyel bir enerji olarak bulunuyor ve barcelona euro 2012'nin sıkıcılığını 'dolaylı' yoldan etkiliyor.
benim belki başka bir noktadan iddia ettiğim şey, del bosque'nin korkaklığı olarak söylediğin şeyin, o makine düzeninin en optimum hali olabileceği, del bosque ispanyasının, guardiola barcelonasının evrilebileceği noktalardan biri ve belki de en optimum hali olduğu.
sapkınlıkla, yani "ideal düzenden sapmakla" suçladığımız adamın kucağının kupalarla dolu olduğunu unutmamak lazım.
Yorum Gönder